Vay Kurban - I
Mehmet ile Zehra’nın hüzünlü hikayesini okumak için, gönül kapısını aralayalım. Yüksek rakımlı şehir ve yılın beş ayı karla kaplı köylerin yaşam şartları ve bitmeyen yoksulluğun kurşuni renkleri. Mehmet’in evliliğinin üzerinden iki yıl geçmiş. Zehra ilk çocuğuna hamile kalmış, altı aylık hamileliğini geride bırakmıştı. Mehmet doğup büyüdüğü köyüne, tıp fakültesini bitirip dönmüş ve doktor olarak ilçeye atanmış. Zehra’da ilkokul öğretmeni olarak Mehmet’in bulunduğu şehre atanmıştı…
Mehmet akşam ilçeden eve dönerken, Zehra’nın okuluna uğrar gülkurusu tenine, sarı saçlarına, yeşil gözlerine her daim hasret biricik eşini alıp eve birlikte giderlerdi. Mevsim şubat ayının ortası, dışarıda bir metre kar ve her yer buz, boran. Evde yanan odun sobasının bırakın evi ısıtmasını, kendini bile ısıtmıyordu geceleri. Zehra o akşam erken yattı. Mehmet uzmanlık sınavına hazırlandığı için, geç saatlere kadar çalışıyordu. Saat gecenin yarısı olmuştu. Yatak odasında uyuyan Zehra’dan aniden bağırma, inleme sesi duyuldu. Mehmet ilkindi ve yatak odasına doğru hızla ilerledi. Zehra nefes alamıyordu. Mehmet, ilk müdahaleyi yaptıktan sonra, çalıştığı hastaneyi aradı. Zehra iyice paniklemiş, bir yandan hamileliğini düşünüp ağlıyordu. Eşi Mehmet doktor olmasına rağmen, ne yapacağını bilemedi. On beş dakika sonra, ambulansın ışıkları kapılarında göründü. Zehra’yı apar, topar ambulansa bindirip, ilçedeki hastaneye doğru yola çıktılar…
Mehmet ambulansta, eşinin elini bir an olsun bırakmadan hastaneye kadar geldiler. Acil servis, tahliller, muayeneler derken, Mehmet’in doktor arkadaşı yanına geldi. Zehra’nın durumunun ciddi olduğuna dair endişelerini dile getirdi. Mehmet, sonuçları kendisi de inceledikten sonra, servise alınan Zehra’nın yanına gitti. Zehra uyuyordu. Biraz odada kaldı. Saat gecenin üçü olmuş, dışarıda ısı eksi yirmi derecelerde. Camdan hastanenin bahçesini biraz seyrettikten sonra, odadan çıkıp, hastanenin önündeki bahçeye çıktı…
Kendini gecenin ayazına bıraktı. Hastane bahçesinde biraz gezdikten sonra, giriş kapısında bankın üzerine oturmak istedi. Banka oturmak ne mümkün, üzerinde akşamdan yağan ve hala devam eden bir karış kar var, buz tutmuş her bir yer. Ağzından şu sözler döküldü. On beş yılın sonunda kavuştuğum Zehra ve karnındaki çocuğumuzun hali ne olacak değip, gözlerinden yaşlar döküldü. Beş dakika bile bu soğukta dışarıda kalmak ne mümkün. Acil kapısının girişindeki güvenlik görevlisi doktor Mehmet’i fark etti ve koşarak yanına geldi. Koluna girip, hastanenin içine soktu. Mehmet’in ayakkabılarının içine giren karlardan, ayakları su içinde kalmıştı. Güvenlik görevlisi sandalyeye oturttuğu Mehmet’e bir bardak çay getirip, ayakkabılarını çıkartmaya çalışsa da, Mehmet izin vermedi…
Vay Kurban…
Dağlarının, dağlarının ardı nazlıdır
Uçurum kıyısında incecik bir yol
Gider dolana - dolana
Bir hastan vardır, umutsuz
Belki Ayşe, belki Elif
Endamı kuytuda başak
Memesinin, memesinin altında
Bir sancı, bir hayın bıçak…
(*) Burada kısa bir ara verip, kendi ruh halimden de bir şeyler yazayım. Kış kendini iyiden, iyiye hissettiriyor buralarda. Camın önünden denizi seyrediyorum. Rüzgar gemileri ala bora edecek kadar şiddetli. Ev biraz soğuk, camın önünde ne kadar oturmuşum bilemiyorum. Dişlerimi birbirine çarpmamak için esniyorum. Bu sabah saçlarımı askere giden gençler gibi, üç numaraya vurdurdum. Tam bir ağustos ayı saç kesim tarzı. Oysa dışarısı kışın ortası, ayaz vurmuş cama. Ne diye kestirdim ki saçlarımı bu kadar kısa diye hayıflanıyorum. Kimseler yok ne evimde, ne dışarıda, nede yakınlarda, uzaklarda. Tek başımayım, yapayalnız…
Doktor Mehmet acil kapısının önünde sabahı zor etmişti. Sabah ilk işi, başhekimle görüşüp, eşini Şehirdeki hastaneye sevk ettirmekti. Sabah dokuza doğru başhekimi geldi. Konuştular. Mehmet’e ambulansla şehirdeki hastaneye acilen sevk edilmesini istedi. İlçeden şehir bir saat uzaklıktaydı. Zehra’nın odasına çıktı, Zehra’nın gülkurusu yüzü, solmuş iki gün önceki halinden eser kalmamış halde yatakta sırt üstü uzanmıştı. Mehmet eşiyle görüşüp, hazırlanması için yardım etti. Hemşireler Zehra’yı sedyeye alıp, hastane kapısında bekleyen ambulansa gittiler…
Şehirdeki hastaneye doğru yola koyuldular. Dün akşam köydeki evlerinden ambulansa binerken, ne Zehra nede Mehmet yanlarına hiçbir şey almamışlardı. Zehra ambulansta fark edip, Mehmet’e giyecek bir şey bile almadık, nasıl olacak gibisinden bir şeyler söyledi. Mehmet gözleriyle merak etme der işareti yaptı. Zehra’ya uyumaya çalış yolumuz uzun dedi. Mehmet’in köydeki anne ve babası aklına geldi. Telefonla onları aradı, telaşlanmamalarını Zehra’nın hamileliğine dair biraz ağrısı olduğunu, Şehre gideceklerini söyleyip kapattı…
Mehmet ambulansta dün akşam sınırlıda olsa yapılan tahlil sonuçlarını inceliyor, bir yandan da dualar okuyordu. Şehir hastanesine geldiler. Detaylı tahliller yapıldı. Zehra tekrar hastane odasına yatırıldı. Mehmet hastanenin bir tarafından bir tarafa koşturup, çıkacak raporların sonuçlarını almak için bitap düşmüştü. Gün boyunca ya Zehra’nın yanı başında, ya tahlil sonuçlarının verildiği bölümler arasında mekik dokuyordu. Akşam saatlerinde kör olası sonuçlar çıktı. Doktor Mehmet’i odasına çağırıp, ilk sonuçların neticesini açıkladı. Zehra’nın yeşil gözlü ceylanının sonuçları korktuğu gibiydi. Zehra’sı kanser olmuştu. Son evresinde olan hastalığını doktor söyleyince, Mehmet olduğu yerde bayılmış kalmıştı…
Vay Kurban…
Ölüm bu, Fukara ölümü
Geldim, geliyorum demez
Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü
Ya da seher, mahmurlukta
Bakarsın, olmuş olacak
Bir hastan vardı umutsuz
Hasreti uykularda, Hasreti soğuk sularda
Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri…
(*) Camın kenarında oturmaktan hem yoruldum hem de çok açıktım. Akşam olmak üzere, dışarıda, ayaz, yağmur, rüzgar kızılca kıyamet. Üstümde siyah bir ince bir polar, bununla da ne olabilir ki. Çıkıp dışarıda biraz yürüyüp, yolumu bekleyen tanıdık kedilere de yemlerini versem. Üzerime montu alıp, merdivenlerin yanındaki kedi mamalarını aldım. Yanıma her zaman biraz para alır inerim. Cüzdanımdan yüz lira aldım. Elimde küçük bir poşetle iniyorum merdivenleri. Havanın soğuğunu merdivenleri inerken bile hissediyorum. Atıyorum kendimi sokağa. Yağmur rüzgarla, rüzgar ayazla, ayaz soğukla bir olup vuruyorlar sırtıma, yüzüme, montuma. İyi mi yaptık bu havada dışarıya çıktık değip adımlıyorum sokağı…
Mehmet’imin yeşil gözlü ceylanı Zehra’sı amansız bir hastalığa düşmüş ve belki de bir kaç ay sonra vefat edecektir. Mehmet kendine geldiğinde, doktorlar başındaydı. Mehmet’e bundan sonra yapılacakları anlattılar. Onkoloji servisinde yapılacakları kısaca anlattılar. Mehmet babasını aramak için hastanenin bahçesine çıktı. Babasına Zehra’nın durumunu ağlaya, ağlaya anlattı. Annesine işin tamamını anlatmamasını, hamilelikle ilgili bir durum olduğunu, bir bavul hazırlayıp, şehirdeki hastaneye yarın getirmesini söyledi.
Babası telefonu kapatıp, eşine gelininin durumunu hamilelikten kaynaklandığını, Zehra’nın evine gidip, kıyafet hazırlamasını istedi…
Mehmet kaybedişin ince sızını şimdiden hissedip, boyuna ipi geçirip, avuçlarından kayıp giden umutlarının acısını içine çekiyordu. Şehrin hastanesinde sevgilerin, umutların, acıların, duaların birbiri ardına sayıldığı büyük bir şaşkınlık halindeydi. Şimdi ne olacaktı. Duyduğu sözlerden sonra, dünya başına yıkılmıştı. Zehra bir yanda, birkaç ay sonra doğacak çocuğu bir yanda, nasıl olacaktı ve bu illetten nasıl kurtulacaktı…
Birkaç saat sonra, babası hastaneye geldi. Mehmet babası ile buluşup, hastanenin kantinine gidip oturdular. Babasına konuyu özetle, neler olabileceğini ağlayarak, zorlanarak anlatmaya çalıştı. Zehra hastalığının son evresinde olduğundan, karnındaki çocuğunu doğurabilecek kadar belki ömrünün olduğunu öğrenen babası, oğlundan daha üzülüp, getirdiği bavulu oğlunun ayaklarının yanına koyup, kantinden çıkıp gitti. Mehmet, bavulu alıp, Zehra’nın kaldığı odaya doğru kalktığında, başhekim yardımcısı ağabeyi dediği doktor Turgayla karşılaştı. Birlikte odaya doğru yürüdüler. Doktor Turgay şehrin en önemli cerrahlarından ve aynı zamanda Mehmet’in uzun yıllardır tanıdığı sevdiği biriydi…
Doktor Turgay ile birlikte Zehra’nın çocuğuna zarar vermeden kemoterapi almasının zor olduğunu, hastanede kalmasının faydası olmayacağını değip, akşam taburcu olmasını zorda olsa Mehmet’e iletti. Mehmet, Zehra’nın odasına girdi. Zehra’nın gözü çoktan kapıda olduğunu fark eden eşi, yatağın kenarına oturup Zehra’nın gözlerine o umutsuz gözlerine tekrar, tekrar baktı. Zehra, yataktan doğrulup, eşinin elini tutarak, bana ne varsa her şeyi samimi bir şekilde söyle ne olur dedi. Mehmet, eşine durumunu bir doktor gibi açık, açık anlattı. Zehra, beni evime götür, gerisini evimizde konuşalım dedi. Birkaç dakika sonra, hemşire geldi. Taburcu işlemlerini yaptı, hastane önündeki taksiye binip, köye doğru yola çıktılar…
(*) On beş dakika ancak yürüyüp, sahile kadar geldim. Hem açım, hem üşümüş, hem keyifsiz. Aklımda sahildeki çorbacıya gidip, çorba içip, hemen köşedeki seyyar salep satan kadından bir bardak salep alıp, yürüyerek eve gitmek. Çorbacıya yaklaşık elli adım kalmıştı ki, parkın yanındaki halk ekmek büfesine gözüm takıldı. Hava eksilerde, rüzgar insanın yüzünü jilet gibi kesiyor, yağmur ufaktan serpiştiriyor. Büfenin önündeki kuyruk çorbacının ilerisine kadar gelmiş. Sıkıla, sıkıla çorbacıya girdim. Hemen camın önüne oturup, gelen garsona az mercimek çorbası ve su siparişi verdim. Gözüm camın hemen önünde bekleyen, kucağında bebek olan kadına takıldı. Göz göze geldik, biraz bakıştıktan sonra, gözlerimi kaçırıp, garsonun geleceği yöne doğru baktım. Birkaç saniye baktıktan sonra, tekrar önüme döndüm. Birkaç saniye sonra, tekrar dışarıya doğru baktığımda, kadın gözünü bile kırpmadan tekrar bana bakıyordu…
Sonrası belki haftaya…
Kaynak: Şiir Ahmet Arif