Senden Sonra Hep Kısa Kestim Saçlarımı

Senden sonra hep kısa kestim saçlarımı. Ruhumu karartan, bu güneşsiz günlerin vebalini kime yüklesem diye düşündüm ve saçlarıma buldum. Ellerim ne zaman uzun saçlarıma gittiğinde, adın geldi aklıma. Saçlarıma dokunduğumda cam kırıkları battı ellerime. Sonra karar verdim, senden sonra saçlarımı hiç uzatmayacağım. Her zaman üç numaraya kestirdim saçlarımı.  Yazın sorun olmuyor ama kışın çok üşüyorum. Adını hissedip kalbimi üşüteceğime, kısa saçla başımı üşütmeyi daha az acıtır sandım…

Bu nasıl bir gidiş ve bu nasıl bir terkediliş. Bembeyaz bir örtüye dönüştü her yer. Renksiz, isteksiz, hevessiz, donuk ve cansız nesnelere benziyor baktığım bütün dünya. Neyi kazandın ki, gittiğin günden beri zafer çığlıkların hiç gitmedi kulaklarımdan. Daha çok seven, daha çok ölen, daha çok sürünen oldum hep yanında. Canımdan ileri tuttuklarımın ötesindeydin gittiğin günün akşamına kadar. Sen gittiğinde muhabbetimiz bir daha olmayacak şekilde, onlarda terk ettiler beni... 

Her seferinde gereksiz hüznünün altında tarumar oldum. Öfkeni güzelliğinin üstünde tutup, yakıp, yok ettin kıskançlığınla koca bir şehri. Yaşayan Karacaoğlan’ımız Musa Eroğlu’nun dediği gibi; Sabahın seheri günden ileri, ben kimi sevmişim senden ileri. Ziyaret olmuşsun, kurban istersin. Kurban bulamadım, candan ileri…

Senden sonra hep kısa kestim saçlarımı. Gözlerine sevda değmemiş insan halden anlamaz derdin, yüzüne sevdiğinin eli değmemiş kızın ömründe çiçekler açmaz derdin. Ben seninle leyla ile mecnun, alfabenin ilk harfi ile son harfiyiz derdin. Ben mürebbiyen, sen alimsin, ben göğün ilk katı, sen sonsuzluksun derdin. Ben Elifim, sen Lâlimsin derdin. Ben toprak, sen suyumsun derdin. Şimdi kapanmaz yollar, aşılmaz dağlar, geçilmez denizler kadar uzaklaşıp bırakıp gittin...

Senden sonraki halimi, hayatımı sormuşsun geçenlerde ona buna. Kırk kapıdan geçip gelmiştim, huzuruna. Gidişinle kırt kapıma, kırk bin kilit vurdular. Yeşil gözlerinin nazarı vurdu her yerime. Kırt kapımda kapandı birer, birer yüzüme. Ve bu gurbet elinde, hayatın son deminde, gittin. Her kalanın ahlarıyla, vahlarıyla duvarlar, eşyalar inleyip durdu…



Hayat
Hayatın cilvesine
Dertlerin her birine
Vurdular her yerimden
Zalimler bin hevesle

Sen gülen yüzüm
Sen bitmeyen hüznüm
Sen susmayan İsyanım
Sen sonsuz yalnızlığım…

Saçımı kısa kestirdikten sonra, görünmeyen aklar çıktı her bir yerden. Uzun zaman oldu senden sonra aynalara bakmayalı. Tıraş olurken bile aynaya bakmamaya gayret ediyorum. Ara sıra baktığımda, saçlarımın beyazlarına takılıyor gözlerim. Her biri senin eserin. Sevdiğinde mutluluktan uçuşan saçlarımın her bir telini şimdi beyazlar aldı birer, birer. Diken sardı her bir yerimi, dokunmaya kalkanların ellerine batıyor. Bitmeyen veda oldun, sarılmaya doyamadığım gül teninin hasreti yaktı sensizken tarumar ettiğin evimi, ocağımı, yurdumu…

Kasvetli akşamlarda iyice kara gökyüzüne döndü yaşadığım küçük şehrim. Dışarı çıkıp arada sırada sahilde yürüyorum. Neye dokunsam, yüzümü nereye çevirsem, boş bir hayal ve ümitsizce bir bekleyiş. Yorulduğumda sahildeki büyük kaya parçalarına oturup, uzun uzun bakıyorum denize. Susup bir köşede bekliyorum. Belki görmezler diye beni. Unuturum hevesiyle, avuçlarımda senden kalan son sıcaklığını da bırakıyorum denize. Kısa saçlarıma ellerimi götürüyorum, hüzne dokunmanın ne demek olduğunu hissediyor parmaklarım...

Senden sonra hep kısa kestirdim saçlarımı. Yine Karacaoğlan’ımızın bir sözü ile ilerleyelim. 

Açma yaram derindedir, dermanını bilen gelsin…

Senden sonra bin nefes çektim içime, bir tanesi doldurmadı ciğerlerimi…

Kanattım durdum her bir yerimi…

Neremin yara olduğunu bilmeden, yaraladım yüreğimin en derin boşluklarını. Zalimlerin çağına düştüğümüzü söylerim her seferinde. 
Evet şimdi tam da ortasına bırakıp kaçıp gittin, zalimler kuşağına döndü her bir yerim. 

Gittiğin yerlerin, aldığın nefeslerin, yudumladığın her bir lokmanın umarım keyfini sürersin. 

Ben ise bıraktığın kısa saçlarıma dokunup, nefesimi, her geçen yıl daraltıp hüznüme süreceğim…