Senin Kadar Kimse Sevmedi ki…
İnsan, geçmişte yapmış olduğu yolculuklarını unutuyor
Rüyalar kalıyor hafızalarında
En ağır anıları yüklenip bekliyor, soğuk ve ruhsuz limanların önlerinde
Meçhule giden gemilere binip, gitmek istiyor bilinmezlere…
Hayata nereden baktığınız önemlidir. İlişkiler, birliktelikler, doluya koyduğunuzda almayan, boşa koyduğunuzda dolmayan hallerdir çoğu zaman bütün bu yaşadıklarımız. Her şey bir süre sonra dönüp aynı duyguları yaşatıyor insana. Aslında bu benim içinde, senin içinde, herkes içinde değişmeyen bir gerçek. Geçmişin yürekte saklı, yarım kalan yaşanmışlıklarını kader tekrar arkası yarın gibi getiriyor önümüze. Görüyorum, duyuyorum, dinliyorum her şey aslında biz insanlar için aynı.
Günü geldiğinde raftan seçip, seçip alıyoruz.
Artık şansımıza ne çıkarsa…
Bence bütün mesele, raftan ne aldığınıza bağlıdır…
Gelin bugün raftan bir tanesini indirip bakalım bu hafta yeşil mürekkepli dolmakalemimden neler dökülecek…
Günlerden Pazar saat 07;00 ve her Pazar sabahı olduğu gibi, telefonun alarmı uyandırıyor. Mevsim yazın başlangıcı, haziran ayının ilk haftası. İstanbul’un vazgeçilmezi erguvan ağaçları açmış. Şehir iki bin yıldır her yaz başlangıcı olduğu gibi, yeniden doğuyor. Aşka hasret kalmışlar mesajlarını gönderiyor. Her Pazar olduğu gibi bu pazarda İstanbul’un keşfine yine erken saatte başlanacaktır. Adam saatin uzun, uzun çalmasına izin vermeden, yataktan kalktığı gibi banyoda soluğu aldı. Tatil günü demeden işe gider gibi tıraşını olup duşunu alıp çıktı. Akşamdan hazırladığı kıyafetlerini giyip, cüzdan ve telefonunu cebine koyup evini kapatıp anahtarını eline alıp sallaya sallaya sokağa indi.
Dün akşam planladığı turuna başlamak için, Eminönü’nde bulunan Kadıköy vapur iskelesine doğru yola çıkacaktı. Sokağın başına geldiğinde, saat sekize çeyrek vardı. Birkaç dakika sonra, gelen ilk taksiye el edip durdurdu. Eminönü istikametine doğru yola çıkıldı. İstanbul’un trafiği işkencedir günün her saatinde. Ama Pazar sabahları İstanbul’un trafiğin keyfi başkadır. Caddelerinde tek, tük gece görev yapan sabahçı kahvesi ya da bir çorbacı arayan taksiciler vardır. Belki birkaç tane polis arabası geçer ve birde işe gitmek için birkaç insan görürsünüz. Adam on beş dakika sonra, Eminönü Kadıköy iskelesine gelmişti. Taksiciye parasını ödeyip, 08:15 vapuruna yetişmek için hızlı adımlarla yürüdü…
Birkaç dakika sonra, Vapura bindi. Üst kata güverteye çıktı. Vapurun ön tarafına oturdu. Güneş yazın başlangıcını müjdeler gibi, sabahın erken saatinde insanları ısıtıyordu. Birkaç dakika sonra vapurun siren sesi, aklına dün gece hayal ettiği pazar sabahı Kadıköy vapurunda çay, simit ve kaşar peynirli kahvaltıyı getirdi. Ayağa kalkıp, bir alttaki vapurun büfesine doğru hareket etti. Beş adım atmıştı ki, tam sağdaki koltukta oturup, uzakları seyreden kıza gözü takıldı. Duraksadı. Pazar sabahları bu saatte seyahat edenler bellidir. Ya kendisi gibi gezi programı olan uyku düşmanları ya da gerçekten bir yakadan bir yakaya işi olanlardı. Vapurda tenha denecek kadar az yolcu vardı. Sonra cesaretini toplayıp, kıza doğru yürümeye başladı. Tahta bankın başına kadar geldi. Kız vapurdan boğaza doğru hareketsiz halde öylece bakıyordu. Birkaç dakika sonra, adamın başının üzerinden bir martı telaşlı şekilde uçtu. Martının sesinden irkilen kız, istemsizce dönüp martıya baktı. O an kız oturduğu bankın hemen yanı başında adamın dikildiğini gördü. Adam birkaç saniye daha kıza baktıktan sonra, yüzünü o da boğaza doğru çevirdi. Birkaç saniyelik bakışma ile kızı baştan aşağı incelemişti. Açık kahve saçları göğsünün üzerine kadar inmiş, gözlerinde kemik rengi gözlük. Giydiği beyaz gömleğinin üstten iki düğmesi açıktı. Mavi kot pantolonu, ayağında beyaz sandalet ayakkabı, sağ kolunda birkaç tane nazar boncuklu bileklik ve arkasında küçük bir sırt çantası vardı…
Kız, ne bakıyorsun der gibi kafasını salladı. Adam ilk görüşte çarpılmıştı kıza. Bir şeyler konuşmak istedi. Boğazı düğümlenmişçesine bir kelime bile ağzından dökülmedi. Kız aynı hareketi bir kez daha yaptı. Adam istemsizce, “Günaydın özür dilerim, rahatsız ettim. Kendime çay alacağım sizde alır mısınız?” Kız yine konuşmadı. Ne münasebet der gibi sağ eliyle işaret yaptı ve kafasını sağa, sola sallayıp İstanbul boğazına doğru bakmaya devam etti. Adam birkaç saniye daha kızın başında dikildikten sonra arkasını dönüp, uzaklaştı güverteden. Beş adım attıktan sonra, tekrar olduğu yerde durdu. Arkasını dönüp, kızı tekrar kontrol eder gibi, başını sola çevirip kaçamak bir bakış attı. Kızla tekrar göz geze geldiler...
Adam tekrar yürüyüp, alttaki açık kantine gitti. İki çay, iki su, iki simit, dört küçük poşette kaşar peynir, birkaç şeker ve tahta karıştırıcıyı geniş bir tepsiye koyup parasını ödedikten sonra, hızlı adımlarla yine güverteye çıktı. Heyecandan merdivenleri çıkarken tepsiyi dökecekti ki son anda kendini toparladı. Yine aynı koridordan kızın oturduğu banka doğru yöneldi. Tam karşısına gelip, ayakta birkaç saniye bekledi. Sonra bankın önündeki masaya usulca tepsiyi bıraktı. Kızın birkaç dakika öncesi tavrından eser yoktu. Bu cesaretle, önce çayı ve şekeri kızın önüne doğru kibarca koydu. Sonra arkasında simit, peynir ve suyu bıraktı. Ardından, kendi çayını, suyunu, simit ve peyniri önüne aldı. Oturabilir miyim diye sordu. Kız yine konuşmadı, tebessüm etti otur gibisinden…
Kızın yüzü uzun, ince, kemikli ve keskin hatlara sahipti. Gözündeki gözlüklerden yüz çehresi belli belirsiz görünüyordu. Adam; “Tekrar merhaba, ben Hüseyin” kız ılık bir ses tonuyla, merhaba teşekkür ederim, çok naziksiniz dedi. Sonra çayına bir şeker atıp, yine boğaza doğru baktı. Hüseyin kızın yüz ifadesine takılı kaldı. Aklından tekrar bana bakarsa, adını sorarım diye düşündü. Kız karşısında oturan Hüseyin’e bakmadan, çayının şekerini karıştırdı...
Çayından bir yudum aldıktan sonra arkasına yaslanıp Hüseyin’e baktı. Hüseyin “İsminizi sormamda bir sakınca var mı” Kız biraz duraksadıktan sonra, İlya dedi. Hüseyin “Çok güzel bir isimmiş, anlamı nedir” Kız Slav ırkından geliyoruz biz. Adımın birçok anlamı var. Tanrının adamı, dört büyük dinin yeri Kudüs’ün eski adı, güneş ışınlarıyla gelen hıdır ellez, yeşil cennet gibi anlamları var. Ama benim için en anlamlısı canım annem söylerdi. Cennetin Prensesini. Ben en çok annemin ismime yüklediği anlamı çok seviyorum…
Hüseyin “Cennetin Prensesi çok güzel” değip karşılıklı gülüştüler. Sonrası çaylar içildi, simitler yendi, kaçamak bakışmalar, ardından gülüşmeler devam etti. Vapur iyiden, iyiye Kadıköy İskelesine yaklaşmıştı. Hüseyin’de telaş başladı. Birazdan bu rüya bitecek ve İlya gidecekti. Vapurun görevlisi rıhtımda bekleyen görevliye bağlama halatını attığını gören İlya, Hüseyin’e dönüp “Tekrar teşekkür ederim. Uzun zaman oldu biriyle karşılıklı oturup konuşup, kahvaltı yapmamıştım” Hüseyin masasının üzerinde kalan sudan birkaç yudum aldıktan sonra;
“İlya bugün ki programın nedir? Özel değilse söyleyebilir misin?
İlya; Çarşıdaki Kiliseye gideceğim, başka programım yok dedi.
“Bende eşlik edebilir miyim sana” !!!
İlya şaşırmış bir halde, omuzlarını yukarı kaldırıp, sen bilirsin gibisinden bir hareket yaptı…
Sonra Kadıköy’deki balık çarşısının içinde bulunan kiliseye doğru yürümeye başladılar…
On dakika sonra, kilisenin kapısına gelmişlerdi. Kilisenin kapısında durdular. Sırtından çantasını çıkartıp, Hüseyin’e verdi. Beni karşıdaki taş banklarda bekle, birazdan döneceğim değip içeriye girdi. Hüseyin İlya’nın çantasını göğsüne bastırıp, kilisenin iç kapısına kadar arkasından baktı. Birkaç adım ilerideki taştan yapılmış banklara oturdu. Tanışanı bir saat bile olmamıştı. Ama kız, hiç tanımadığı birine çantasını teslim edip gitmişti. Hüseyin Allah, Allah bu ne güven değip, çantaya uzun uzun baktı…
Aradan yarım saat geçti. Hüseyin bir yandan gözü kiliseden çıkanların üstündeyken, bir yandan da İlya’nın çantasını hala sıkı bir şekilde tutuyordu. Derken İlya kilisenin kapısında göründü. Gözlüklerini çıkartmış, saçlarını yeşil bir kalemle tutturup, arkadan topuz şekli yapmıştı. Hüseyin’i görünce yanına gelip sessizce oturdu. Hüseyin ilk defa İlya’nın gözlerini gördü. Güzel gözleri aklını başından almaya yetmişti. Su yeşili gözlerindeki ipeksi bakış insanı ormanların derinliklerinde, uçurumların kenarında gezintiye çıkartıyordu. İlya tekrar teşekkür edip, çantasını almak için elini uzattı. İlk defa birbirinin elleri ellerine dokundu. Sonra kiliseden çıkanları hep birlikte seyrettiler...
Hüseyin oturduğu yerden istemsizce ayağa kalktı, İlya’ya dönüp; “Vaktin varsa, sana bir arka sokakta güzel kahve dükkanları var, kahve ısmarlamak isterim”
İlya; “Sevinirim, şuan istediğim tek şey sade bir kahve içmek” …
Hüseyin, İlya’nın gözlerine bir kez daha baktıktan sonra, yürümek için öne atıldı. İlya’da hemen kalkıp Hüseyin’in arkasından yürümeye başladı. Bir alt sokakta, közde kahve yapan dükkanlara geldiler. Hüseyin sık, sık gittiği, tarihi dibek kahvesi yapan dükkanın önüne durdu.
İlya’ya dönüp;
“Tarihi Dibek Kahvesi içmeye ne dersin” İlya’nın kiliseden çıktığındaki hüzünlü hali bir anda dağıldı. Yüzünde ilk defa içten bir gülüş belirdi. Hiç içmediğini, bir an önce denemek istediğini söyledi. Hüseyin önündeki iki tahta sandalyeli küçük mavi renkli masayı çekip, İlya’nın oturmasına yardım etti. Güneş iyiden, iyiye kendini belli etmişti. İlya beyaz gömleğinin yakasına iliştirdiği gözlüğünü alıp, gözlerine takıyordu ki, Hüseyin gözlüğünü daha sonra taksan olur mu gibisinden, elleriyle müdahale etti. İlya bir an utandı ve peki, peki der gibi başını salladı…
Biraz sonra, garson iki tane dibek kahvesi, yanında çifte kavrulmuş lokum ve suları getirdi. Hüseyin, İlya’nın gözlerine ve melek yüzüne bakmaktan etrafında neler oluyor, neler bitiyor ilgilenmiyordu. İlya’da kah kaçamak bakışlarla Hüseyin’in gözlerine bakıyor, kah gülümseyip gözlerini kaçırıyordu. İlya’yı bu bakışmalar heyecanlandırmış, sohbet etmek için Hüseyin’e; “İlk defa duydum bu kahvenin adını. Biliyorsan anlat lütfen, ben kahvemi yudumlarken” değip kahveden bir yudum aldı. Hüseyin Osmanlı’dan beri, damaklarda olan bir tat… 1800 Yılların başından beri var. Büyük havanlarda dövülerek, yapılıyor. Diğer kahvelerden aroması daha yoğun ve zahmetli bir yolculuktan sonra, fincana kadar geliyor. Sohbet, ikinci kahvenin söylenip, içilmesine kadar devam etti. Hüseyin İlya’nın yüzünün cehresine, gözlerine ve ipeksi saçlarına bakmaktan doğru dürüst kelimeler bile kuramıyordu. İlya Hüseyin’e dönüp; “Senin programını umarım bölmedim, neydi programın?”
Hüseyin; “Hiçbir programım yoktu, vapurda kahvaltı yapmak, Moda’ya kadar yürümek, sahilde biraz oturup, tekrar karşıya geçmek, hepsi buydu” …
İlya; “Hadi o zaman Moda’ya doğru kıralım rotamızı” değip, hesabı ödedikten sonra kalktılar. Sokağın başından, Moda’ya çıkan yola doğru konuşmadan ara sıra kaçamak bakışmalarla yürüdüler. İlya güneşin parlaklığından gözlerini kırpıyordu ki, Hüseyin İlya’nın yakasındaki gözlüğüne uzanıp aldı. İlya Hüseyin’in bu hareketiyle durdu. Hüseyin elindeki gözlüğü, İlya’nın gözlerine taktı. “Bu güzel gözlere bu kadar bakmak yeter” dedi. İlya utandığını belli eder gibi, elini ağzına götürüp, güldü…
Moda’ya geldikten sonra, taş merdivenlerden sahile doğru inmeye başladılar. İlya, merdivenleri hızlı, hızlı indi. Hüseyin ne olduğunu anlayamadı. On merdiven kadar İlya indikten sonra, sırt çantasından telefonunu çıkartıp, Hüseyin’in inerken fotoğrafı çekti. Hüseyin şaşırmıştı. Sormaya da cesaret edemedi. İlya bekledi. Hüseyin’in yanına gelmesini istedi. Telefonu uzattı, kendisini çekmesini istedi. Bu kez Hüseyin hızlı adımlarla merdivenleri indi. Büyük taş merdivenlerin ortasına kadar geldikten sonra, durdu ve arkasını döndü. İlya çoktan merdivenlere oturmuş, saçlarını açmış, sırt çantasını arkasına gizlemişti. Hüseyin birkaç fotoğraf çektikten sonra, İlya’nın yanına gelmesini bekledi. İlya merdivenleri koşarak inip, Hüseyin’in yanına gelip, çektikleri fotoğraflara baktılar. Sonra Kadıköy İskelesine doğru yürümeye başladılar…
Aheste, aheste yürüdüler. Hiç bitmesini istemedikleri yürüyüştü onlar için. Derken Kadıköy vapur iskelesinin önüne gelmiştiler. Yol boyunca çektikleri fotoğraflara tekrar, tekrar baktılar. Güneş telefonun ekranına yansıdığından, bir ara Hüseyin İlya’ya yaklaşıp omzuna elini istemsizce koyup, ekrana yansıyan güneşi kapatmak istedi. O an İlya sağ elini, Hüseyin’in eline koyup, omzunu iyice sardı. Birkaç adım öylece yürüdüler. Vapur birazdan kalkacaktı. Vapura bindiler. Saat öğlene doğru olmuştu. Vapur dolu olduğu için, güvertede yer yoktu. Vapurun giriş tarafı dış alandaki düz uzun banklara oturdular. Birkaç dakika sonrada görevli vapurun halatını çözdü ve vapur hareket etti…
Tam kız kulesinin olduğu yere gelmişlerdi ki, Hüseyin dönüp bir kez daha İlya’ya baktı. “İlya sana bir hikaye anlatmak istiyorum. Fazlasıyla seni derinden etkileyecek bu hikaye üzülmeni istemiyorum, ama yaşanan gerçek bir hikaye” dedi. İlya önce çok şaşırdı. Seve, seve dinlerim der gibi, yine kuğu boynunu sağa, sola sallayıp, başıyla onay verdi. Hikayeye başlamadan önce, Hüseyin İlya’ya biraz daha sokuldu. Omuzları birbirlerinin omuzlarına yaslanmıştı. “Sen yalnızca kız kulesine bak ve bende hüznün kapısını usulca aralayayım Cennetin Prensesi” dedi…
Peki, değerli dostlar. Siz hazır mısınız hüznün kapılarını aralamaya…
Hüseyin, İlya’ya bakar ve başlar anlatmaya. 1934 Yılının başında Almanya’da başlar hikayemiz. Naziler Almanya’da cahillerin oyunu satın alarak, iktidara gelirler. Münih’te hukuk fakültesinde görev yapan öğretim görevlisi erkek, hukuk fakültesi son sınıfta okuyan kıza gönlünü kaptırır. Üniversite’de kaçamak bakışmalar devam eder, iş birbirlerine açılmaya gelmiştir. Bir pazar günü, öğretim görevlisi kızı bir kafeye davet eder. Kendisi için çok değerli olduğunu, onu sevdiğini ve ileride eşi olmasını ister. Kızın adı Nadia’dır. Nadia bu teklif karşısında ne diyeceğini bilemiz. Çünkü o günlerdeki Hitler politikaları bu tür evliliklerin olmasına şiddetle karşıdır. Çünkü Nadia Romanyalı Yahudi bir ailenin kızıdır. Öğretim görevlisi adam Almanya vatandaşıdır. Ari ırk yaratmak isteyen Naziler için bu evlilik söz konusu bile değildir…
Öğretim görevlisi konuyu ailesine açar. Ailenin tek çocuğudur. Evde kıyamet kopar. Günlerce birbirleriyle konuşmazlar. Bu işin böyle gitmeyeceğinin farkında olan baba, bir akşam yemeğinde sofraya oğlunu çağırır. Sen istiyorsan, ben senin arkandayım der. Annesi, yeri göğü inletip, şiddetle karşı çıkar. Öğretim görevlisi oğulları, Milian babasının desteğinden sonra, sabah fakülteye koşarak gider, güzel haberi sevdiği kıza iletir. Aradan birkaç ay geçtikten sonra, gizlice evlenirler. Naziler Yahudi avına çoktan çıkmışlardır. Bir akşam genç çiftin kapısı çalınır. Naida’nın Yahudi bir ailenin kızı olduğunu Nazi subayı söyler. Bir an önce, bu evliliği bitirmelerini ve Naida’nın ülkeyi terk etmesini ister. Normalde bu konuşmayı bile yapmadan genç kadını alıp götürürlerdi. Fakat gelen subay, Milian’ın arkadaşı olduğu için, bu iyiliği yapmıştır…
Milian ertesi hafta, Münih’i terk edip, kargaşaların olmadığı başka bir şehre taşınırlar. O an Naida’nın kimliğini yok edip, babasının tanıdığı bir görevliden yeni sahte kimlik alırlar. Yeni isim ve kimlikleriyle hayatlarına devam ederler. Yıl 1938’i gösterirken, Hitler Almanya’sı yüzlerce Yahudi aileyi katledip, evlerini, işyerlerini yağmaya başlarlar. Bir sabah doksan yedi insanı katledip, Yahudi mezarlarını bile açıp tahrip ederler. O günden sonra, şiddet katlanarak artmaya devam eder…
Nadia’nın ailesi çoktan Almanya dışına çıkmışlardır. Haber almadan geçen haftalar ve bunca stresin ardından, Nadia eşine güzel bir haber verir akşam yemeğinde. Naida iki aylık hamiledir. Dönemin şartlarını göz önünde bulunduran Milian’ın aklına Naida’yı Almanya dışına çıkartmak gelir. Ama bunu nasıl yapacaktır. Almanya’nın şartları her geçen gün şiddetini artırarak devam etmektedir. Üniversiteden istifa kararı alır, eşyalarını ikinci el dükkanlarına satarak, Almanya’dan ayrılma hazırlıklarına başlarlar. Bir cumartesi sabahı, yeşil gözlü güzel karısını yanına alarak, iki davul dolusu eşya ile Paris’e gitmek için Almanya’dan ayrılırlar. Öğretim görevlisi bu yaşananları içine sindiremediğinden, bir mektup yazıp, postaya verir. Mektupta Almanya’yı bu hale getiren Hitlerin politikalarını eleştirir. Tren Paris yolundadır. Paris’e gittikten sonra, birkaç gün dinlenip, oradan İstanbul’a gelecek Orient Ekprese bineceklerdi…
Hüseyin bu hikayeyi anlatırken, İlya çoktan sağ kolunu Hüseyin’in sol kolundan geçirip, omzunu başına yaslamıştı. Hüseyin bir es verip, İlya’ya dönüp bir şey isteyip, istemediğini sordu. İlya Hüseyin’in omzunda olan, başını yine sağa, sola salladı. Sonra hüzünlü bir ses tonuyla “Sen devam et lütfen” Hüseyin, hikaye uzun birazdan vapur Eminönü’ne yanaşacak, nasıl yapalım. İlya “İner, tekrar bilet alıp bineriz”…
Birkaç dakika sonra, vapur Eminönü İskelesine yanaştı. Aceleyle vapur rıhtıma yanaşmadan atladılar. Demir parmaklı kapıdan geçip, tekrar bilet alıp, vapurun boşalmasını bekleyen yolcuların arkasında yerlerine aldılar. İlya heyecandan yerinde duramıyordu. Bir ara, Hüseyin’in ellerini sıkıp tekrar bıraktı. Biran önce vapura binmek için kapı açılsa da, yerlerimizi alsak gibi ikisi de pür dikkatti. Birkaç dakika sonra kapı açıldı. Hüseyin önündeki yolcuları, ileterek öne doğru hamle yaptı. Sonra İlya’ya dönüp; Ben üste çıkacağım daha önce oturduğumuz yere. Sen oraya gel değip, ilerlemeye devam etti…
Öylede oldu, hızlı adımlarla vapurun içindeki merdivenleri çıkıp, üst güvertedeki yere oturup, İlya’nın bir an önce gelmesini bekledi. İlya’da birkaç dakika sonra koşar adımlarla gelip, Hüseyin’in yanına oturdu. Birkaç soluk aldıktan sonra, Hüseyin bir şey isteyip, istemediğini sordu. Teşekkür eden İlya bir an önce hikayeye başlamasını rica etti…
Orient Ekspresine binen çiftten bir tanesi bu trenden inemeyecekti. Paris sınırında, Naziler trende arama yaparlar. Milian’ın seyahate çıkmadan yazıp bıraktığı mektup çoktan ellerine geçmişti. Sahte pasaportlarla Almanya dışına çıkan çift yakalanacaktır. Nadia yakalanıp, toplama kampına gönderilir. Kocası ne ederse, etsin trenden inmesine mani olamamıştır. Paris’te birkaç gün bekleyen eşi, yapacak bir şey kalmadığını anlayıp, İstanbul’a doğru yola çıkar. Çünkü Paris’te kalırsa, kendisi içinde işlerin daha sıkıntılı olacağını, belki de ajanlar tarafından öldürüleceğini düşünür…
Birkaç gün sonra İstanbul’a gelir. Aradan aylar geçer. Nadia’dan haber almak için, araya önemli kişileri sokar, ancak nafiledir. Kimse Nadia’nın izini bile bulamaz. Sonra Ankara’da Almanya konsolosluk çalışan bir arkadaşı olduğunu öğrenir. İlk trenle Ankara’ya gelir. Arkadaşının sayesinde Nadia’nın nerede olduğuna ulaşacaktır. Nadia trenden indirilip, bir toplama kampına götürülür. İşkencelerin, tecavüzlerin ardı arkası kesilmez. Nadia toplama kampında çocuğunu düşürmüştür…
Arkadaşı Nadia için, sahte vaftiz kâğıdı hazırlayıp, Dachau Nazi kampında esir tutulan Nadia’ya gönderir. Nazi subayları vaftiz kağıdını gördükten sonra, Nadia’yı kamptan çıkartır. Nadia ilk fırsatta Ailesinin memleketi Romanya’ya gider. Arkadaşı haberi Milian’a birkaç ay sonra ulaştırır. Milian, İstanbul’dan kalkıp Romanya’ya gitse, anında tutuklanacaktır. Çünkü düşman listesinin başında ismi vardır…
Aradan aylar geçer. Adam hiçbir şey yapamamanın acısı ile yanıp, tutuşurken, kapı komşusu Romanya ile ticaret yapan iş adamı yardımına koşar. Romanya’ya hatırı sayılı insanları araya koyar ve Nadia’nın yerini buldurup, Milian’ın sağ olduğunu, İstanbul’da ikamet ettiğini söylerler. Bu haber karşısında, Nadia’nın sevinci ve yaşama azmi ikiye katlanmıştır. Nadia yapılacak tek bir şey vardır. Oda bir an önce İstanbul’a gitmenin yollarını aramaktır. Ancak, o devirde Avrupa Yahudileri bir an önce bulundukları ülkelerden çıkmanın yollarını aradığından, şartlar her kes için hayli zordur. Romanya’da ne bir tren, ne bir gemi nede başka bir ulaşım aracı maalesef ki yoktu…
İki ayın sonunda, Nadia gazetede gördüğü bir ilan ile heyecanlanır. Sözde bir seyahat gemisi turuna denk gelir. Köstence limanına demir atan gemi, iki gün sonra İstanbul’a yola çıkacaktır. Geminin adı Struma’dır. Nadia çalışmış olduğu terzi dükkanından ilişiğini keser. Aldığı parasıyla bilet alıp, geminin bir an önce demir almasını bekler. Beklediği gün gelir gemiye sahte pasaport ve vaftiz belgesi ile biner. Ancak, işler Nadia’nın beklediği gibi değildir. Gemi yolcu seyahat gemisi yerine, hayvan taşıyan yük gemisidir. Bütün yolcuların morali bozulur. Ne var ki, Romanya’dan biran önce çıkmak isteyen yolcular bunu umursamazlar. Birkaç gün sonra, gemi zaten İstanbul’a gelecektir düşüncesiyle yolcular gemiye binerler. Ve Nadia, kocasına kavuşmanın kendisinde yarattığı heyecanladır. Olumsuz şartlar gemi yolculuğu boyunca devam eder…
Hüseyin hikayeyi derin ses tonuyla ve hüzünlü bir halde anlatmaya devam eder. Tam kız kulesinin önünden vapur geçmektedir. İlya Hüseyin’in omzundaki huzuru yakalamış olacak ki, yarım saattir hiç kıpırdamadan anlattığı hikayeyi dinler. Hüseyin bir ara gözü İlya’ya kayınca, İlya’nın gözünden akan gözyaşlarını gördü. Sağ eliyle, güzel gözlerinden dökülen yaşları sildi. İlya “Ne olur devam et”…
İstanbul’un yeni kapı tarafından içeri giren gemide gariplikler olduğu bellidir. Gemi İstanbul sularına girdiğinde, motorunda arıza meydana gelir. Yüzlerce insan güvertede, büyük panikle koşuşturmaktadır. Milian, eşi Nadia’ya birkaç saat sonra kavuşacaktır. Beşiktaş limanında geminin bir an önce yanaşması için dualar eder. Gemi artık görünmüştür. Ancak, yük taşıma gemisi neredeyse batacaktır. Külüstür geminin buraya kadar gelmesi de aslında başka bir mucizeydi. Milian Dolmabahçe önlerinde gemiyi görür. Elindeki küçük dürbünle geminin güvertesine bakar, belki eşini görür diye. Ancak, polisler Struma gemisinin karantinada olduğunu ve Beşiktaş iskelesine yanaşmasının mümkün olmayacağını anons ederler…
Milian o anda güverteden beyaz mendil sallayan eşini görür. Naida’nın mahşeri kalabalıkta eşini görmesi mümkün değildir. Polisler bu geminin Panama bandıralı olduğunu ve direkt yolcular ile birlikte Filistin’e gideceğini, bu yüzden Türk kara sularında durmasının, geminin tamir edilmesinin mümkün olduğunu ısrarla dile getirirler. Yıllardır sürgünde bir hayatın işkencesiyle tarumar olan iki sevgilinin kavuşmasını şimdide bu şekilde engellenecektir. Gemi İstanbul boğazına tamda kız kulesinin yanına demirlemek zorunda kalır. Diplomatik süreçler devreye girer. Türk hükümeti geminin limana yanaşmasını bırakın, gemideki insanlara yardım bile etmesinin mümkün olmadığını bildirir. Geminin tamir edilmesini de yine diğer ülkeler engeller. Yolcuların aileleri, sevenleri günlerce geminin yasağının kalkmasını ve kavuşmaları için çalmadık kapı, feryat figan bırakmazlar. Ancak, izin çıkmaz. Gemide baş gösteren açlık, hastalık, çaresizlik hat safhadadır. Milian günler boyu, iskeleden ayrılamaz. Görevliler bırakın sahile insanları yaklaştırmayı, dere tepelerden izlemelerine bile izin vermez…
Gemideki 769 insan savaştan kaçan ailelerden oluşuyordu. Buda diplomatik bir krize çoktan dönüşmüştü. Türk hükümeti geminin motorunu tamir ettirip, çıkış rotası olan Filistin’e göndermek istiyordu. Yolculardan ölenler olduğunu, güvertedeki insanların açmış olduğu pankartlarda yazıyordu. Ancak, geminin rotasının Filistin’e gitmesine İngiliz hükümeti izin vermiyordu. Çünkü Filistin o yıllarda İngilizlerin yönetimindeydi. Tam iki ay boyunca, gemi Kız kulesi önlerinde bekletildi. Düşünün 769 insan, İngiliz hükümetinin baskısı sonucu ölüme adım, adım gönderiliyordu. Milian her gün yanında getirdiği küçük dürbünden karısını görmenin umudu ile çırpınıyordu. Yine bir gün sabahın erken saatinde Beşiktaş iskelesine geldi. Dürbünden bakarken, eşi Naida’yı gördü. Güvertedeki Naida idi. İskeleden suya atlamak istedi, ancak izin verilmedi. Bu karmaşayı eşi görmüş olacak ki, beyaz eşarbını iskeleye doğru salladı. Bu Milian’ın eşini son görüşü oldu. İnsanlar iki aydır bekletildikleri gemide artık dayanma gücü kalmadığından, gemiden atlamalar, intiharlar birbirine eklendi. Hüznün kapıları sonuna kadar aralanmış, acı ve feryat İstanbul’un her yerine sarmıştı…
Derken bir Eminönü, Kadıköy yolculuğu da sona ermek üzeriydi. Her zaman ki gibi vapur görevlisi yine halatı atıp Kadıköy iskelesine vapuru yanaştırdı. İlya’nın gözyaşlarından Hüseyin’in tişörtü çoktan su olmuştu. İlya’nın elinden tutup, kaldıran Hüseyin vapurdan inip, sahile doğru yürümeye başladılar. İlya, Hüseyin’e döndü. “Şimdi ne olacak, hikaye’ye biraz daha devam edersen, düşüp kalacağım burada”. Hüseyin saatine baktı 16:00’yı gösteriyordu, ne yapmak istediğini söyledi İlya’ya. Akşam yemeği için bu yakada kalalım. Biraz birbirimizden bahsedelim, hüznüm dağılsın sende bir soluklan devam ederiz akşam yemeğinden sonra…
Hüseyin, İlya’yı tarihi bir yere daha götürmek için bir teklif daha yaptı. Tarihi Baylan Pastanesini bilip, bilmediğini sordu. İlya bu mekanı da maalesef ki bilmiyordu. Hüseyin Baylan Pastanesinin tarihini ayaküstü anlattı. Orada akşam yemeğine kadar soluklanıp, oradan da yemeğe geçmeye karar verdiler. Pastanenin arka tarafında tarihi bahçesine geldiler. Pastanenin özel tatlısı kupkuriye söylediler. Tatlılar yendi, çaylar içildi. Bu sırada kendilerinden bahsettiler. Akşam 19:00’u gösteriyordu pastaneden ayrılırken. İyiden iyiye birlerine ısınmış ve aralarında doğal bir güven oluşmuştu. Pastanede sohbet ederken, İlya balığı çok sevdiğinden bahsetti. Bunun üzerine, Hüseyin Kadıköy Balık Çarşısındaki mezeleriyle ünlü restaurantların birinin önünde soluğu aldırdı İlya’ya. İlya bir kadeh beyaz şarap eşliğinde, servis edilen balığı büyük bir iştahla yedi. Hesaplar ödendi ve 21:30 vapuruna yetişmek için, hızlı adımlarla yine Kadıköy rıhtımına yürüdüler. Biletleri alıp, son Eminönü vapuruna bindiler…
Vapur sabah olduğu gibi tenhaydı. Hava biraz soğuduğu için, içeride oturmayı tercih ettiler. Yıprandığından ötürü, bordonun kahverengiye dönüştüğü ikili koltuklara, yan yana oturdular. Vapur beş dakika sonra halatını alıp, hareket etti. Rota Eminönü, İlya Hüseyin’e biraz daha sokulmuş bir şekilde heyecandan hikayeyi dinlemek için bekliyordu. Bir taraftan da bu yaşanmış gerçek olayın sonuna doğru, büyük ihtimalle eve gidecek takatim kalmayacak diye düşünüyordu. Hüseyin “İlya, hazırsan hüznün derinliklerini dalalım”…
İlya “Hay, hay” dedi…
İstanbul’un ortasında insanlık sucu işleniyor ancak, bir kişi de bu suçu ortadan kaldıracak bir şey yapamıyordu. Öyle ki, Churchill, bizim hükümet yetkililerine geminin kesinlikle hareket ettirilmeyeceğinin talimatını çoktan ulaştırmıştı. Yetmiş beş günün sonunda polisler motoru bozuk ve içinde yedi yüzden fazla insanın her geçen gün perişanlık, hastalık hatta intiharlar yaşadığı gemiyi Karadeniz’e doğru yüzdürülmesi kararı aldılar. Aslında yüzdürmek değil, sürüklenmesini kararını aldırdılar. Yolculardan buna itiraz edenler, ya dövülüyor, yada bir şekilde susturuluyordu. Milian İstanbul çıkışına kadar gemiyi izledi. Milian gibi gemide yüzlerce yakını olan insanlar maalesef ki, hiçbir şey yapamıyordu. Nadia’yı belki son kez görmek için kendini denize atsa da, nafileydi…
Gemi İngiliz hükümetinin verdiği kesin talimatla, Boğazdan yüzdürülüp, Karadeniz girişindeki Şile açıklarında bekletildi. Struma gemisi için, hazin dolu sona el birliği ile getirilmişti. Yüzlerce insanın feryatları, diplomatik saçmalığının önüne geçememiş ve bunca insan maalesef ki, dramatik bir ölüme sürüklenmişlerdi. Ertesi gün Milian bir şekilde Şile’ye ulaşmış ve Struma’yı görmüştü. Gemi Şile’ye üç km uzaklıkta ve terk edilmiş durumdaydı…
Güvertede insanlar perişan halde, bir kurtuluş arıyordu. Küçük bir balıkçı takası sahibine gidip derdini anlattı. Balıkçı oraya gitmenin imkansız olduğunu, sahil güvenlikteki polislerin ateş açabileceğini, ölebileceğini yada buna yeltenmeden hemen tutuklanacaklarını Milian’a iletti. Milian kararlıydı, yüksek para teklif edip, balıkçıyı ikna etti. Takayla yola çıktılar, birkaç metre gitmişlerdi ki, polisler belirdi sahilde ve ikisini de tutukladılar…
Nadia ve diğer yolcular için artık vakit çok geçti. Ne olacak ise olsun, hangi kader yazılmış ise, yerine getirilsin hali gemideki insanlara çoktan kabullendirilmişti. Aradan birkaç saat geçmişti ki, Şile sahilinden korkunç bir patlama sesi duyuldu. Karakolda bulunan herkes, sahile doğru koşuşturdular. Struma gemisinden neredeyse eser kalmamıştı. Gemi patlatılmıştı. Yüzlerce insanın cesedi Şile sahilini kaplamıştı. Bu dehşet o gün Dünya’ya bulunan her kesin yüz karasıydı…
Hüseyin geminin patlatıldığını söylediğinde, İlya hıçkıra, hıçkıra ağladı. Kalktı yerinden, koşar adımlarla üst kata güverteye çıktı. Hüseyin İlya’nın çantasını alıp, peşinden gitti. İlya sabah oturduğu güvertenin dibindeki banklarda oturup, içini çeke, çeke ağlama başladı. Hüseyin gelip, İlya’ya sarıldı. Birlikte dakikarca kız kulesine doğru baktılar. Gemi Eminönü’ne gelmiş ve görevli halatını çoktan bağlamıştı. Birbirlerinin elinden tutup, vapurdan indiler. İkisi de iskelenin önündeki taksi durağına kadar yürüyüp, taksiye bindiler. Hüseyin’in evine doğru yol çıktılar. Hüseyin yolda eve gideceklerini söyledi. İlya kafasıyla her zaman ki, gibi onayladı…
Hüseyin’in yaşadığı ev, tarihi Ortaköy semtinin en güzel evlerindendi. Dedesinden kalma üç katlı cumbalı evin sokağında taksiden indiler. Hüseyin iki adım önden gidip, kapıyı anahtarıyla açtı. İlya’yı davet etti. Giriş katta bulunan salonun ışıklarını yaktılar. Evin her köşesinde eskiden kalma anılar, fotoğraflar, resimler ve sağ köşede gramofon hemen göze çarpıyordu. Hüseyin çay koymak için, hemen mutfağa yöneldi. Döndüğünde, İlya gramofonun kapağını açmış ve Sezen Aksu’nun eski plaklarından biri koyup, üçlü koltuğa ayaklarını bağdaş kurup oturmuştu. Hüseyin müzik sesini duyunca salona yöneldi. ilya’nın müziği dinlemesindeki o haline baktı, bu sahnenin bozulmaması için ayak uçlarına basarak yavaş adımlarla yürüdü. Karşı koltuğa oturup, şarkıyı birlikte dinlediler…
Titresin bir mumum alevinde o eski günler
Bir gümüş çerçeveden seyret yine maziyi
Bir nezaket bir ince söz duyar da belki
O sararmış resmin hayat bulur yeniden
Ah nerede hani an nerede…
Şarkı bitti, diğer bir şakıya geçildi, derken çaylar içildi. İlya gramofonu kapatıp, Hüseyin’in yanına gelip oturdu ve yine elini ve başını sallayarak, hikayeye devam dercesine sokuldu Hüseyin’e…
Struma gemisi, Şile açıklarında batırılmış ve yüzlerce insan diri, diri denizde van vermişti. Ve o gün 24 Şubat’tı. Milian acısını tam elli dokuz yıl boyunca hep yüreğinde taşıdı. Kimi ajanların gemiye akşamları gittiğinde, bombaları yerleştirdiler ve gemiyi Boğaz zarar görür diye Şile açıklarında patlattılar dedi. Kimi Almanlar torpilledi diye aylarca yazıp, konuştular. Frankfurt savcılığı uzun süren bir araştırmayı yıllar sonra paylaştı. SC 213 numaralı Sovyet denizaltısı tarafından Struma gemisi torpillenmiş ve batırılmıştı. Yağmurlu bir İstanbul gününde, hüzün İstanbul’dan tüm Dünya’yı sarmıştı. Nadia belki bir gün gemiden iletişim sağlarım diye yazdığı mektuptan aklımda kalan birkaç kelimeyi paylaşayım…
Sevgilim;
Ben bu haldeyken bile bir gün mutlaka kavuşacağımızı biliyorum. Aynı şehirde, birbirimize yakın olduğumuzu bilmek, aynı havayı solumak bile beni mutlu kılıyor. Yakında kavuşacağız, birbirimize her şeyi anlatacağız. Sana kavuşacağım günü hasretle bekliyorum. Karın Nadia...
Hüseyin derin bir of çektikten sonra, İlya’ya dönüp “Hikaye burada bitiyor” dedi. İlya bir Pazar gününün bu kadar heyecanlı, hüzünlü, keyifli geçtiği için Hüseyin’e defalarca teşekkür etti. Evden ayrılmak için izin istedi. İlya’da tıpkı Nadia gibi Hüseyin’in yüreğine kor alevleri düşüreceğini hiç düşünmemişti. Hüseyin’e sarılıp, yanağından öptü…
Kapıya doğru ayakkabılarını giymek için yöneldi. Hüseyin ile birlikte yine sokağın başına kadar birbirlerine bakarak yürüdüler. İlya taksiye binmeden önce, Hüseyin’in telefonunu istedi ve kendi telefonundan cevapsız çağrı bıraktı. Haftaya Pazar yine aynı yerde, başka bir gezi ve başka bir hikaye için hazır olacağım değip, taksiye bindi…
Yazımın başında dediğim gibi, raftan ne aldığınızla ilgilidir hayat…
Hayalleri aldık, hep hayal kırıklıklarını yaşadık…
Hüzünleri geride bırakalım derken, hüzün denizinin ortasında yapa yalnız kaldık…