Kıran Gören Ömrümüze

Gittiğinde arkandan yazdığım satırlarla başlamak istiyorum. Dün sabah telefon uzun uzun çaldı. Üç yılda, bu üçüncü arayışı idi. Topu topuna üç yılda üç kez aranmak. Birinde depremin ertesi günü aramıştı. Kısa konuşup uçağa bineceğini havaalanında olduğunu söylemişti. İkincisinde annem öldüğünde arayıp uzun, uzun konuşmuştu. Bu üçüncü telefonu, halimi hatırımı sordu. Sonra sana bir şey söyleyin mi? ben yarın akşam sana gelmek için yola çıkıyorum dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Alo, alo orada mısın sesiyle kendime geldim. Sahi gelecek misin dediğimde, geleceğim merak etme geleceğim dedi. Trenle geleceğini söyleyip telefonu kapattı. Tam üç yıl önce bırakıp gittiği gün yazdıklarım geldi kıran giren ömrüme…

Açmıştın ömrüme bir bahar gibi renk, renk çiçeklerinle. Gidişinle karanlıklar çöktü şehrime. Oysa küçük bir hayatım vardı seninle ve senin hayalinle.  Hep kısa cümleler kurdum her sohbetimde. Uzun cümleler seni rahatsız eder diye. Az yedim, az içtim, az para kazandım, anlayacağın hep ben kendimle ilgili aza tamah ettim. Çoğu hep seninle istedim yada öyle sandım. Aslında ben seni çokta sevdim. Yani sende ben çok aşırıya kaçtım. Konu sen olduğun için ben kendimde aza tamah edip, senden hep aşırıya kaçtım. Zaten ne olduysa senle olan yanımda çok aşırıya kaçmak oldu. Yani seni çok sevmek oldu.  Üzerine öyle titredim ki, el üstünde tutup baş tacı ettim ömrüme. Bir gün birlikte olacağımız hayaline öylesine kapıldım ki, ömrümü yoluna uğruna heba ettim. Olsun değip ömrüme kıran girdiğini bile çok sonradan fark ettim. Ve bu ömrümde bir tek seni seçtim ve sen olmaz değip gittin. Sana her zaman söylediğim gibi küçük bir hayatım vardı benim içinde sen olan. Bu hayata seni de sığdırmak istedim imkansızı istedim olmadı. Senden sonra da ben yine kısa cümleler kuracağım. Umudum bir gün yine yaşadığım bu küçük dünyama dönmen olacak. Varsa bir hakkım helal olsun ve varsa hatalarım affet beni sevgilim…

Yarın akşam yar gelecek, karşılamak lazım gül ile bülbül ile.  Her ne kadar neden geleceğini söylemse de gelsin de ne olacaksa olsun. Buradan Belgrad’a giderken de koca yolu on dört saat trenle yolculuk yaptığını annemin vefatında aradığı zaman söylemişti. Ah yeşilim…

Küçük evimin bahçesindeki leylak ağacına astım hatıralarını
Dallarının altında kucak kucağa oturup sabahladığımız günlerin hatırına
Yıldızlar bu akşam getirsin kokunu bahçeme serpiştirsin
Göz kırpsın bu kez hayat bana ve kıran giren ömrüme…

Gençliğimizde hayalini kurduğumuz ama birlikte nasip olmayan iki katlı ahşap evi satın aldım. Ama şairin dediği gibi “Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı içinde salınan yar olmayınca” Eminin gördüğünde çok ama çok sevecektir. Yüz yılın başından kalan mimarisi ve altı ay boyunca her yerini nakış, nakış işledim. Tek tek her şeyi ile ilgilenip küçük bir saraya dönüştürdüğüm ve yalnızca onunla bir hayal kurduğum evimi. Bir gün gelirsin diye çivit mavisi karolarını, yemyeşil vahaya çevirdiğim küçük bahçesini, yere serdiğim zerdeçal renkli Balıkesir kilimlerini, kırmızı dış kapısını, antik duvar tablolarını bir görse eminim bayılacaktır.

Derken telefon çaldı. Gece trene bineceğini yarın öğlene doğru ineceğini ve kendisini almamı istedi. Üç yıl sonra kendi isteği ile çıkıp gelecek. Yirmi dört saat sonra yeşil gözlerine tekrar bakma umudum olacak. Kör olası mesafeler. İnanası gelmiyor insanın hadi hayırlısı. Ne yapsam ki, yirmi dört saate hangisini sığdırsam yapacaklarımın. Sevdiği yemeklerden mi başlasam, kendime çeki düzen vermek için berbere mi gitsem, ev her zaman ki gibi bürü pak tertemiz, ancak vazoda taze çiçek eksik çiçekçiye mi gitsem, heyecandan ne yapacağımı bilemedim. Ha birde sabahtan ilk işim arabayı yıkatmak. Hepsini tek tek yazdım telefonumun not defterine…

Sen gittiğinden beri bir gün olsun halimi soran mı oldu
Ne zümrüt yeşili güzellere, nede cennet kokan kadınlara
Ne zülüm sevicilerine, nede arkandan konuşan puştlara
Ne bakacak gözüm ne söyleyecek sözüm, nede vuracak gücüm vardı…

Aylardan Haziran gün batımına bir iki saat var. Bütün hazırlıklarımı tamamlayıp evin yolunu tuttum. Yolların kenarında ay çiçek tarlaları yavaş, yavaş başkaldırmışlar. Gelincikler güneşin batışıyla kapanıyorlar içine. Evin önüne arabayı park edip, aldıklarımı büyük bir heyecanla kırmızı kapımın önündeki merdivenlere taşıdım. İçimdeki sevinç mor dağların bin bir çiçeğine dönüşmüş durumda. Bugün onlarca kez sordum kendi kendime. Manavdan, berberden, çiçekçiden çıkıp koşuşturduğum anlarda aklımdan bir türlü çıkmadı deli sorular. Neden geliyor ve artık kalacak mı benimle. Söz verdiği gibi evlenecek mi benimle. Yada çekip tekrar gidecek mi Belgrad’a. Allah’ım ne olur saman alevi gibi olmasın bu rüya, bu umutlar, bu bekleyiş, bu mutluluk…
Saat gecenin ikisi ve işim yeni bitti. Yemekler tatlılar son kez evin temizliği derken ben bitik durumda yatak odasına sürünerek çıkıyorum. Bir yandan da elimdeki telefona yazdığım notlarıma bakıyorum atladığım bir şeyler var mı diye. Telefonun saatini sabah sekize kurup kendimi atıyorum yatağa…
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandım, boşuna kurmuşum saati. Zaman geçmek bilmiyor. Tansiyonum kaç acaba diye ölçüyorum sabahın köründe on altıya on. Kendimi nasıl mı hissediyorum. Bozkırın tam ortasında yaşlı bir akasya ağacı. Üst dallarında küçük tarla kuşları annelerini bekliyorlar. Bu kurak bozkırın ortasında belki bulur birkaç kuru yiyecek ve ağzından getirip, yavrularını verir. Halim tamda bir parça yiyecek bekleyen yavru kuşların telaşı gibi. Gökyüzü okyanus mavisi, bahçedeki ağaçta saksağan kuşu ötüyor. Alt kattan kedimin miyavlaması geliyor, kapıyı aç bahçeye çıkacağımın miyavlaması bu. Merdivenlerden inip, arka bahçenin kapısını açtım, kedim dışarıya attı kendi ben banyoya…
On beş dakika sonra, hazırlandım tamda çıkmak üzerken kedim geldi aklıma, bahçedeki çimlere yatmış şımarmak için yer arıyor. Biraz mırıldadı kucağıma alıp sevdim, bahçede bırakıp evden çıktım. Arabayı yıkattıktan sonra, tren istasyonuna biraz erken gidip beklemek için erkenden yollara koyuldum. Eskiden tren istasyonunun içinde muhteşem tost yapan bir çay ocağı vardı hatırladığım. Kapatmadıysa, treni beklerken kahvaltı yaparım diye düşünerek arabayı biraz daha hızlı kullandım. Yaklaşık bir saat sonra, tren istasyonunun olduğu sokağına geldim. Park edip istasyonun içindeki çay ocağına gittim. Çay ocağı kapatmamış yerli yerinde duruyor. Tenha bir masa bulup oturdum. Büyük bir çay ve tost söyledim sonra bir çay, bir çay daha…
Saat öğle vaktini biraz geçti. Ben çoktan istasyonu arşınlamaya koyuldum. Derken uzaktan tren göründü yaklaştıkça trenin sesi gelmeye başladı. Kalbimin çarpıntısı rayların gıcırtısına karıştı. Tren istasyona gelip yanaştı. Etrafımdaki kalabalıktan öne geçmek için, insanları itip kalktım desem yalan olmaz. Üç yıl sonra nihayet yüz yüze göreceğim yeşilimi. 
Dile kolay tam tamına üç yıl, otuz altı ay, yüz elli altı hafta. Yolcular yavaş, yavaş inmeye başladı. Trenin ön kompartımanından göründü. Her zamankinden daha güzel, daha alımlı, daha ürkek. Büyük kırmızı bir bavul sağ elinde zorda olsa çekiştire, çekiştire trenin merdiveninden inmeye çalışıyor. Sırtında iki tane daha küçük siyah çanta. Kendisine doğru yolcuları yara, yara ilerliyorum. Aramızda üç metre ya var ya yok. Kırmızı bavulun üzerine sırtındaki siyah çantaları bıraktı. Sarıldık birbirimize dakikalarca…
Kıran giren ömrümüze. Arabaya kadar öpüşe, koklaşa gittiğimizi ve eve kadar yalnızca birkaç kelime ancak konuşup, birbirimize bakışarak ve gülümseyerek gittik. Evimin önüne park edip, çantaları indirip, kırmızı kapından içeri attık kendimizi. Birkaç dakika soluklanmıştık ki, kedimin sesi geldi arka bahçeden. Yaz sıcağı tamda tepede. Ama arka bahçe her zaman daha serin. Birlikte bahçeye çıktık. Koşup bahçedeki divana kendisini bıraktı. Divanın baş tarafındaki kediyi görünce durup kediye baktı. Kedim ilk defa gördüğü birine karşı çok mesafeli ve yabancıları tatlı tatlı tırmalamasıyla meşhur. Yeşilimin direkt kucağına çıktı ve resmen sarıldı. Ben mutfakta kahveleri yapıp geldiğimde, kedim kucağında mırıl, mırıl keyiften sağ, sola dönüyordu…
Kahveler içildi, çaylar içildi, akşam yemeği, sabah kahvaltısı. Belgrad’a artık gitmeyeceğini, burada kalacağını ve pazartesi nikah işlemlerine başlayacağımızı söyledi. Ne diyeceğimi bilemedim. On dört yılın sonunda bu cümleyi duymak. Aşk yüzünden ağladık, aşk yüzünden kıran girdi ömrümüze ve şimdi dönüp dolaştık yine birlikteyiz. Yeşil gözlerine ömrümü verdiğim güzel şimdi evleneceğimizi söylüyor. Yıkılıp, yok olan ne varsa bitti artık. Yeşilim artık merhem olur evime, yüreğime, cennetime…
Bizi bizden ayırmıştı kader. Zorda olsa da kesmedim umudumu
Aramızdaki uzaklık her gece öldürse de beni
Kalbimin durma ihtimalini yok sayarak yine de bekledim seni
Kıran giren ömrümüze son verip, doğacak çocuğumuzun hayaliyle daldım uykulara…

2004 Haziran