HOŞ GELİŞLER OLA
Yaz mevsiminin dinmek bilmeyen yağmurları geride kalmış, güz kendini çoktan hissettirmişti. O yıl şehrin ne dağlarına ne ormanlarına nede yaylarına neredeyse hiç yaz uğramamış, bir çırpıda yaz günleri bitip gitmişti. İşgal yıllarının belki de en kötü yazıydı. Ne tarlada bir başak boy vermiş, nede yaylada bir koyun kuzusuyla meleşmişti. Kısa yazın yağmurdan kalan günlerine her şey sıkıştırılmıştı. Başak vermeyen buğday tarlalarından kara kışın ilk aylarına bile yetmeyecek hasat toplanmıştı. Mayıs ayında doğan kuzular yaylalarda analarının memelerinden çıkacak bir dirhem süte hasret kala kala güzü etmişlerdi. Köyle yaylanın arası bir saatlik yürüme mesafesinde olmasaydı, belki de mayıs ayında doğan bütün kuzular açlıktan telef olup gidecekti. Çoban Hüseyin koyunlarını sabahın köründen akşamın karanlığına kadar kâh meranın nadir olan yeşil otlak yerlerine, kâh Sarıkamış ormanının içlerine kadar gezdirip karınlarını doyurmak için insan üstü çaba harcıyordu. Ama yetmiyordu. Karısı geçen seneden kalan samanları köyden yaylaya eşek sırtında getirmese, küçük sürünün hali iyiden iyiye haraptı. Bereket ki köyle yaylanın arası, bir saatlik yürüme mesafesindeydi.
1914 Yılı Eylül ayının sonuna doğru Sarıkamış dağlarının her bir yerini kar çoktan kaplamıştı. Hiç görülmemiş bir kışın habercisiydi aslında erken yağan ve yolları yavaştan yavaşa kaplayan karlar. Çoban Hüseyin yağmur yağmayan günlerin akşamında yorgunda olsa, damını tamir ettiği ahırının bir bölümüne koyunları, diğer bölümüne gözleri gibi bakıp büyüttükleri kuzuları için ayrı bir bölüm yapıp tamamlamıştı. Tek duası geçen seneden kalan samanın yetmesiydi. Her seferinde karısı Firuze’ye ya samanlar yetmezse ne yaparız diye yakınıyordu. Yaşlı çift bir başlarına kalmışlardı iki göz odalı evlerinde. İki oğlu peş peşe askere alınmıştı. Gazanfer ile Muzaffer Kafkas Cephesinde askerlerdi. On dokuz yaşında asker olan Gazanfer’in hemen ardından, on altı yaşındaki Muzaffer’inde askere alınması ve abisiyle aynı bölüğe gönderilmesi için babası askere alım işlerini yapan komutana çok ricacı olmuştu. Şükür ki ikisi de aynı bölüktelerdi. Osmanlı İmparatorluğu dört bir yandan kuşatılmış Güney Kafkasya’da Kars, Ardahan, Batum sancakları Rus işgaline uğramıştı. Her aileden eli silah tutan kim varsa birer, ikişer cepheye gidiyordu. Hüseyin ve Firuze her akşam eski evin yaşlı duvarlarına bakınca hüznün kırk tonuna denk renkleriyle hüzne dalarlardı. Hüznün kırk tonunun arasında, Firuze’nin ismi gibi firuze gözleri biraz elaya, biraz yeşile çalan tonu Hüseyin’in yaşama isteğiydi. Çocukları akıllarına geldiğinde dağların karı yüreklerine otururdu.
Uzun kışa gebe gecelerde eski sobaya attıkları tezeklerin de bir hükmü yoktu aslında. Birkaç dakika yanıp sobanın içindeki korun hızlıca küle dönmesinin boşluğu her daim yayılırdı evin iki göz odasına. Firuze yazın Sarıkamış ormanlarından topladığı ıhlamurlar ile demlediği çayından iki bardak getirip koydu kocası Hüseyin’in oturduğu minderin hemen yanına. Bağdaş kurup oturdu yanına. Savaş yıllarının vermiş olduğu çaresizlik bir yanda, iki aslan parçası oğullarının askerde olmasının yokluğu bir yandaydı. Kasım ayının sonu gelmişti. Şimdiden koyunların samanları yarıya gelmişti. Hüseyin hayvanların kışın ortasında samanları biterse neler yapacağını şimdiden kara kara düşünür olmuştu. Bir akşam yemeğinde Firuze hanımın yazın kendi elleriyle yaptığı tarhana çorbasına kaşık çalacaklardı ki, eski evin tahta kapısı telaşla vuruldu. Hüseyin yer sofradan hızlıca kalkıp kapıya yöneldi. Ayaz tahta kapının pervazlarından içeriye girmek için zorluyordu. Kapıyı açtı karşısında gençten üç Türk askeri vardı. Selam verdikten sonra içeriye girmek için müsaade istediler. On başı rütbesindeki asker Kafkas cephesine erzak götürmek için köye geldiklerini, muhtarla birlikte her bir hanenin kapısını çalıp, ama az ama çok ne varsa alıp yarın sabah manganın yola çıkacağını söyledi. Firuze hanım askerlerin yorgun, bitkin halini görünce aklına oğulları geldi. Askerlere sarılıp ağladı, ağladı, ağladı.
Hüseyin bey kapıyı örttü. Askerler kardan sırılsıklam olan parkalarını çıkartıp, yanan sobanın etrafına dizildiler. Soğuktan ayaklarındaki potinlerin bağları yer yer buz tutmuştu. Birbirlerinin yüzüne kara kara baktılar. Sanki bir acıyı dillendirir gibi gözleri dile geldi. Birbirlerine tutunarak ayaklarındaki potinleri çıkartıp sobanın yanına koydular. Askerlerin ayaklarını gören Firuze hanımın güzel gözlerinden dökülen yaşlar sel oldu aktı. İçeri odaya girip kocası için yazdan ördüğü yün çoraplardan üç çift getirip askerlere uzattı. Hüseyin bey askerleri sofraya davet etti. Firuze hanım odanın duvarının sağ tarafındaki ahşap dolabın içinden üç adet çorba tası, üç adet tahta kaşık, iki lavaş ekmeği ve bir kalıp koyun peynirini getirip yer sofrasındaki bakır sininin üzerine koydu. Üç asker birer birer yere çömelip yer sofrasının yanına sığıştılar. Tarhana çorbalarını içtiler, lavaşlarının içine koyun peyniri koyup iştahla yediler. Sobanın üzerinde kaynayan ıhlamurdan birer bardak içtiler.
Akşam geceye dönerken onbaşı askerlere kalkmaları gerektiğini söyledi. Köydeki bir manga askerin geceyi köyün camisinde geçireceklerini, muhtarla camide buluşup cepheye götüreceklerinin listesini tutanaklara dökeceklerini söyleyip Hüseyin beyden izin istediler. Potinlerini giyip, kurumaya yüz tutan parkalarını da ellerine alıp kapıya doğru yöneldiler.
Hüseyin bey “On başım yarın saat kaçta köyden hareket edeceksiniz?”
Onbaşı “Öğlene doğru yola çıkmamız lazım”
O halde yarın namazla kalkar sizin için koyunlarımdan iki tanesini keserim. Firuze hanımda etlerden size kavurma yapar. Dün iki haftalık lavaş yapmıştık. Onları koyarız. Firuze hanım lafa atıldı. Yanına bir tuluk (Koyun derisine basılan beyaz peynir) peynir ve bir kazan sarı (sade) yağ var onları da koyarız yanınıza. Birde geçen sene bizim eşeğin yavrusu oldu büyüdü maşallah o bize seneye yaz yeter. Eşeye ihtiyacınız olur, biz eşyaları ona yükler getiririz inşallah öğlene kadar caminin önüne.
Kapının önündeki bu kısa sohbetten sonra, askerler Allaha ısmarladık değip caminin yolunu tuttular. Dışarıdaki kar durmuş hava kendini ayaza bırakmıştı. Askerler karlara bata çıka yürüyerek köyün camisine geldiler. Bütün bir manga caminin avlusunda tenekelerde ateş yakıp onbaşı ve iki asker arkadaşlarının gelmesini bekliyorlardı. Cami avlusuna gelen onbaşı ve iki askere selam veren diğer askerler hep birlikte caminin içine girdiler. Cami imamı, muhtar, köyün ileri gelenleriyle birlikte yatsı namazını kıldılar. Muhtar yanında getirdiği defteri çıkartıp askerlerle birlikte evlerden alacaklarını tek tek yazıp imza altına aldılar. Camiden yavaş yavaş herkes evlerine döndü. Onbaşı ayağa kalktı bir askeri seçip caminin önünde nöbet tutmasını söyledi. Diğer bir asker caminin önündeki sundurmadan odunları getirip sobayı harladı. Bir manga asker sırt sırta, koyun koyuna verip uyudular. Sabah ezanına on dakika kala cami imamımın gelmesiyle kalktılar. Sabahın ilk ışıklarıyla bütün köy halkı dün akşamdan askerlere vereceklerini özenle hazırlayıp, caminin avlusuna getirdiler. Kadınlar sabah kahvaltısı için sıcak süt, bal, tereyağından oluşan kahvaltılıkları caminin önündeki sundurmaya kurdukları masalara koyup askerleri davet ettiler. Kahvaltılar yapıldı. Öğlene kadar köylülerin biri gidip biri geldi. Hüseyin ve Firuze iki koyunu kesip kavurma yapmış büyük kazanlara doldurup eşeklerinin yularının bir yanına zor da olsa sıkıştırıp iple bağlamışlardı. Diğer tarafına lavaşlar, peynirler, tereyağlarını koyup caminin avlusuna geldiler. Onbaşı ile selamlaştılar. Hüseyin benimde iki oğlum Kafkas cephesinde askerler. Birinin adını adı Muzaffer diğerinin ki Gazanfer’dir. Belki görürseniz onlara çok selam söyleyin. Gerçi yüz bin askerin içinde nasıl göreceksiniz. Onbaşı başını sallayarak inşallah değip Hüseyin beye sarıldı…
Hüseyin bey ve Firuze Hanım karlara bata çıka evlerine geldiler. Askerleri sağ salim cepheye uğurlamanın gururu ile yanan sobanın etrafında oğullarını düşündüler. O akşam muhtar bütün evlerin kapısını çalıp köyün erkeklerinin hepsinin yatsı namazına gelmesini söyleyip gitti. Camide köyün erkekleri buluştular. Namazlar kılındı, dualar edildi. Muhtar Kafkasya cephesinde her an her şeyin patlak vereceğini, ordunun askerler için yola çıkarttığı erzak gemilerini Rus donanmasının Karadeniz açıklarında batırdığını. Karadan gelen yardımlarında çetin kış şartlarından dolayı yer yer ulaşmadığından bahsetti. Her köyden, her haneden birer ikişer gencin Kafkas cephesine gittiğini ve şartların her geçen gün Türk ordusu aleyhine geliştiğinden uzun uzun bahsetti. Hüseyin gibi köyün bütün babaları aldıkları bu haber karşısında evlerine elleri böğründe döndüler. Sabahı sabah edemediler. Ne kadınlarına bu durumdan bahsettiler. Nede bir başkasına. Yurdun her yanı kuşatılmış, kuş uçmaz kervan geçmez bu köyde bir başlarına kala kalmışlardı…
1914 Aralık ayının son haftasına girilmek üzereydi. Başta Kafkas cephesi olmak üzere cennet yurdun her bir yerinde yükselen düşman ateşleri, adeta bütün halkın yüreklerini dağlamıştı. Kiminin oğlu, kiminin kocası, kiminin evlatları vatanın her bir cephesinde, yurt savunmasının en önündeydiler. Bölükler halinde bir hafta Oltu’dan Bardız’a, bir hafta Sarıkamış’tan Kars’a can havliyle cepheden cepheye can verip can alıyorlardı. Ordunun içine düştüğü bu durum belki de bin yıllık şanlı Türk tarihinin en çetin sınavlarından biriydi. Mehmetler önce vatan şiarıyla yüksek dağların doruklarında, eksi kırk derece soğukla çetin mücadele ediyorlardı. Bölgedeki Rus birlikleriyle girdikleri amansız mücadeleden verdikleri kayıpların sayısı her geçen gün artıyordu. Yaralarını sarmaya, oturup bir tas çorba içmeye, birkaç saat uykuya hasretlerdi. Yüreklerindeki vatan aşkıyla süngü sallıyor, buz tutan potinleriyle yürümeye gayret ediyor, dillerinde dualar ile kara kışın bir an önce geçmesini diliyorlardı.
Ama öyle olmadı. Kara kış tüm azametini yağdırdı Türk’ün şanlı askerinin üzerine. Kar oldu kesti yollarını, buz oldu kırdı bacaklarını, don oldu vurdu yüzlerine, boran oldu boğdu yiğitleri at üstünde. Kafkas cephesinde on binlerce şehit verildi. Donarak şehit düştüler. Hüseyin ve Firuze’nin köylerine acı haber yeni yılla birlikte geldi. Yalnızca köylerinden Alla hu Ekber dağlarında şehit olanların sayısı on yedi idi. Oğullarından büyük olanı Gazanfer bölüğün dağda mahsur kalmasıyla donarak can vermişti. Muzaffer abisini köye defnetmek için komutanından izin alarak hem abisinin cenazesini hem de köydeki arkadaşlarının cenazelerini askeri kamyon ile köye getirdi. Caminin avlusu mahşeri kalabalıktı. Yakın köylerden gelen insanlar ile cami avlusundan köy meydanına kadar uzayan insan seli vardı.
Babası ve annesi oğullarına sarılarak saatlerce ağladı. Bir bölükte sağ kalan birkaç askerden biriydi Muzaffer. Şehitler son yolculuklarına uğurlandı. Akşam camide dualar okundu, namazlar kılındı. Herkes yüreklerindeki kor ateşle evlerine doğru yola koyuldular. Muzaffer olanları tek tek annesine ve babasına anlattı. Abisi kar bastırınca sırtındaki parkasını kendisine verdiğini, kendisinin böylelikle hayatta kaldığını uzun uzun göz yaşları içinde anlattı ve yana yana kavruldu. Annesinin dizlerine başını koyup ağladı. Göz yaşları iki göz odanın duvarlarına kadar yükseldi. Taşıp tavanları önüne katarak derelere ulaştı…
Ertesi gün daha on yedi yaşına yeni giren Muzaffer ve cenazeleri getiren askerler, askeri araca binip cepheye doğru yola koyuldular. Köy o günden sonra matem yerine döndü. Her eve bir şehit ateşi düşmüştü. Geçen yazın yaz gibi olmamasının, ekinlerin boy vermemesinin, koyunların kuzularıyla meleşmemesinin belki ki varmış bir nedeni. Doğa bile bu olacakları önceden görüp, yazın bütün günlerinde hüzne mahkûm etmişti demek ti kendini...
Ocak ayının ortasında Doğu Anadolu’nun çetin kışında her şey tarumar olmuş, doksan bin vatan evladı cepheden cepheye koşarken, yüksek karlı dağları aşarken, derin ormanların kuytu yerlerinde yürürken ve düşmanla süngü boyu göz göze çarpışırken şehit düşmüşlerdi. İmparatorluğun son yıllarında vermiş olduğu en büyük kayıplardan biriydi Sarıkamış. Yurdun dört bir yanından gelen ana kuzuları göçüp gitmişlerdi Peygamber ocaklarından cennetin bahçelerine. Çanakkale’de, Kocatepe’de, İzmir’de, Gaziantep’te daha nice yiğitler düşecekti bir hilal uğruna vatan topraklarına…
Oğullarının sağ salim askerden gelmesi için dualarını eksik etmeyen Hüseyin Bey ve Firuze Hanım köyden gitmeye karar verdiler. Her yer büyük oğullarının hatırasıyla inlerken, daha fazla kalamazlardı buralarda. Savaş yıllarının büyük zorlukları karşısında verdikleri bu kararı nasıl uygulayacaklardı. Güzel gözlü Firuzesini yanan sobanın karşısına oturtup birer birer anlattı.
“Her sabah yeniden doğan ve her akşam battığına şahit olduğumuz güneşin altında, bir kuş misali artık kafesteyiz. Bu ev, bu köy, bunca eş dost, hayvanlarımızı otlattığımız meralar, buğdayımızı veren tarlalara, huzurla çıktığımız yaylalar ez cümle ne varsa bizimle birlikte hüzün içinde, kederden katran karasına dönmüş bütün alem. Neyle, kimle neden savaştığımızı bilmeden sağa, sola kılıç sallamak bizimkisi. Bu yerlerde topraktan fazladır taşlar. O taşlar ki, büyük kara, soluk, ruhsuz artık. Sarp dağlar esir aldı her şeyimizi. Bizim kalan oğlumuz için buralardan göçüp şehre gitmemiz lazım. Onun burada abisinin anılarıyla tarumar olmasını istemiyorum. Senin de rızan olursa, Kars’taki akrabalarımızın yanına gitmek bizim için en hayırlısı olacaktır.” …
Firuze hanım kocasının omzuna başını koyup sessizce ağladı. Sen bilirsin Hüseyin demekle yetindi. Ertesi gün, ertesi hafta derken iki göz odanın eşyaları toplandı. Kalan koyun ve kuzular köydeki komşulara bırakıldı. Evlerinin kapısına kilit vurup Kars’a doğru yola çıktılar…
Aradan altı ay geçmiş geldikleri şehirdeki akrabalarının yardımıyla evlerini alıp kaldıkları yerden devam etmişlerdi. Bir akşam evlerinin kapısı çalındı. Gelen oğullarıydı. Terhis olup önce köyüne geri dönmüştü. Ailesinin taşındığını muhtardan öğrenip ilk arabayla Kars’a gelmişti. Sarılıp hasret giderdiler. Vatanın her bir yeri işgal altındayken, her cepheden şehitler onar onar geliyordu. Böyle gitmeyeceğini bilen birileri de vardı vatanın kara bağrında. Cepheden cepheye koşan kurmay subay Mustafa Kemal ve silah arkadaşları yurdu düşmandan kurtarmanın yollarını arıyorlardı. Amasya, Erzurum, Sivas kongreleriyle Anadolu’ya ayak basıp gittiği her yerde silahlı mücadelenin şart olduğunu anlatıp, halkı kurtuluş savaşına hazırlamanın telaşı içerisindeydi. Nitekim tarihler 1919 Temmuz ayını gösterirken Erzurum Kongresi ile Kafkas Cephesine ve Doğu illerine bir umut ışığı doğdu. Vatanın bağrına saplanmış hançer nihayet söküp atılacaktı. Öyle de oldu. Dört yıl misak-i millinin sınırları içerisinde çetin mücadeleler yaşandı. Oğulları Muzaffer gönüllü olarak tekrar askere gitti. Cepheden cepheye koştu. Vatan savunmasını da koca dört yıl geçirdi. Şanlı Türk ordusunun sancağını gururla her tepeye silah arkadaşlarıyla birlikte diktiler.
Vatan kurtulmuş askerler terhis edilmişlerdi. 1923 Yılında Cumhuriyet ilanı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atıldı. Muzaffer askere gittiğinde bıyıkları daha çıkmamış genç bir delikanlıydı. Tam sekiz yıl Doğu illerinde basmadığı toprak kalmamıştı asker ocağında. Firuze hanım helvalar çalıp, lokmalar döktürdü…
Bir sabah belediye teşkilatının mikrofonundan duydukları anonsla bütün il halkı heyecanlandılar. Ekim ayında başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk Kars’a gelecekti. Aylar öncesinden hazırlıklar yapıldı. Mahalli sanatçı ve müzisyenler halkın başkomutanına olan sevgisini göstermek için kendisini Kafkas halk oyunlarıyla tren garında karşılamaya karar verdiler. İçlerinden gazeteci Tayı Bey Azerbaycanlı ünlü besteci Mehmet Türkel beyin sözlerini yazdığı şiiri yeniden besteledi. O gün gelip çattı 6 Ekim 1924 sabahı bütün bir Kars halkı Atalarını karşılamak için Kars Tren Garına akın ettiler. İçlerinde Hüseyin Bey, Firuze Hanım ve oğulları Muzaffer’de vardı. Mahşeri kalabalık karşısında Gazi Mustafa Kemal Paşa duygulandı. Tren garı istasyonunda Kars Kafkas Folklor ekibi tarafından hem oyun oynandı hem de bestelenen marş niteliğindeki sözler dile geldi.
HOŞ GELİŞLER OLA
Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin milletin bayrağınla çok yaşa
Arş arş arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türk'ün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Al da bayrağın düşman üstüne
Cephede süngüler ayna gibi parlıyor
Azeri Türkleri bayrak açmış bekliyor…
Mustafa Kemal Atatürk bu görsel şölen karşısında fazlasıyla mutlu olur. Sözleri besteleyen Tayı beyi beş yüz lira değerinde çekle ödüllendirir.
Hüseyin bey, Firuze Hanım ve oğulları Muzaffer Serhat şehirlerine gelen, bu toprakları sonsuza değin vatan yapan baş komutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü görmenin bahtiyarlığıyla evlerinin yolunu tuttular. Yolda yüzlerce yıl söylenecek marşı dillerine doladılar.
Arş arş arş ileri ileri, dönmez geri Türk’ün askeri…