Birkaç Güvercin

Mart ayının son günleri, bir pazar sabahı, dışarıda geceden yağan yağmur kokusu, hava kıştan bahara bir türlü geçememiş. Asılı kalmış gökyüzünde kara bulutlar. Şehrin her yerinde devam eden sağanak yağış hali.  Evde tek başımayım. Haftalar önceden söz verdiğim, ama bir türlü yerine getiremediğim sözün mahcubiyeti yataktan kalkmak için beni zorluyor. Pencerenin önünde her sabah miyavlayan bahçedeki kedim cama patilerini vuruyor. Artık kalkmalıyım değip balkona gidiyorum. Kedinin mamasını alıp camı açıyorum. Kedim miyavlıyor, başını okşadıkça içinden gelen sevgi mırıltısı dışarıya çıkma cesaretimi bir kat daha artırıyor. Camı kapatıp dışarıya biraz daha bakıyorum. Dışarıdaki manzara soğuk ve yağışlı. Bir yandan rüzgar ağaçları örseliyor. Üzerimi giyinip birkaç dakika sonra çiseleyen yağmurun altında arabaya kadar yürüdüm. Şehir bu günlerde umutların, tesadüflerin, sevmelerin, gülüşmelerin, öpüşmelerin, pazar sabahları ağaç altlarında kahvaltıların, yani ne kadar güzel şey varsa katili olmuş durumda…
Üç ay önce katıldığım bir cenaze töreninde söz verdiğim bir çocuğun dileğini, geçte olsa artık yerine getirme vakti. Arabama bindim Topkapı’ya doğru gidiyorum. Topkapı sur içine gideceğim. Başka bir havası var oraların. Şehir henüz tam uyanmamış ve trafik alabildiğine boş. Şehir dedim de bu güzel şehri aç sırtlanlar gibi saldırıp yok ediyorlar. Alabildiğince pis her yer. Her yer darmadağın ve kaderine terk edilmiş o güzel semtleri ağlıyorlar yağmurla birlikte. Bu havadan, tozdan, mikroptan değil. Aç gözlülere bırakılan kadim şehrin kötüler tarafından biraz daha tarumar edilmesidir. Aman yine düşünmeye başladım, niye düşünüyorsam…
Düşünmek dedim de, aslında bu şehri İstanbul’u düşünmek suçtur. Hem de büyük bir suç. Düşünmek iyi bir durum değildir. Karşında içleri ölmüş, kişiliklerini birazdan gideceğim bit pazarının en değersiz puluna satmış, tipler ile tartışır durursun. On beş dakika sonra geliyorum Topkapı Sur içi bitpazarına. Aylardır arkadaşımın oğluna söz verdiğim birkaç güvercini alıp, döneceğim. Aslında bu bitpazarına senede en az üç dört kez gelirim ben. Bitpazarlarında geçmişi arıyorum her geldiğimde. Bir çorba parasına eski eşyalarını getirip satanların yüzündeki o acı, kalbimi yerinden söker her seferinde. Bitpazarlarını dolaştığımda, aklıma başka bir hatıram daha gelir. Kız arkadaşımı hatırlarım. Bir gün evlenirsek ve o gün paramız da olmazsa, beni getirirsin bit pazarına. Oradan alırız üç beş bir şey yeter derdi benim için. O yeşil gözlerine bakınca umutlandığım bahar günleri gelirdi…
Yağmur durdu nihayet. Sabahın erken saatinde yola çıktığım için kahvaltıda yapamadım. Ama bitpazarında her an karşınıza elinde eski emaye çaydanlık ile çay satan birini görürsünüz. Derken, karşıdan yaşlı bir kadın geliyor. Üstünde eski bir palto, bu soğukta ayağında yazdan kalmış önü açık bir siyah bir terlik. Sağ elinde mavi bir emaye çaydanlık, buğusu çıkıyor üstünden. Sol elinde plastik üstü kapalı piknik çantası. Ona doğru hızlanarak yürüdüm. Abla günaydın, bir çay ver bana diye seslendim. Kadın durdu. Elindeki piknik çantasını yere koydu. Çaydanlığı piknik çantasının üzerine yavaşça bıraktı. Çaydanlıktan bir karton bardağa çayı döktü. Piknik çantasının içine baktım ev yapımı poğaçalar var. Ona sormadan bir tane aldım. Yaşlı kadın bana baktı on lira dedi. Ben cebimdeki en büyük banknottan bir tane verip pazarın içine doğru yürümeye başladım. Arkamdan oğlum bu para çok dese de. Arkamı dönüp gülümsedim. O zaman helal et. Helal olsun annem…
Bitpazarının sur içi duvar tarafına doğru yürüyorum. Aklıma arkadaşım geliyor içim üşüyor, gözlerim doluyor. Elimde bitmek üzere olan çay bile ısıtmıyor. Arkadaşım Mardinliydi. Sürekli dış göreve gittiğinde, oğlu baba nereye diye sorarmış. Arkadaşım; Oğlum Mardin’e gidiyorum dermiş. Oğlu da babasına bana Mardin’den peçeli kuş getir dermiş. Ben cami avlusunda beklerken annesi dizinin dibindeki oğluna yaktığı ağıttan öğreniyorum bunları. Yanına geldim. Ellerimi önüme bağlayıp, gözlerimi arkadaşımın eşinin feryadına ve oğlunun Ocak ayının dondurucu ayazından eli yüzü buz tutmuş haline baktım. Tamam, ağlama ben sana güvercin alacağım demiştim... Biraz daha yürüdükten sonra, sur içinin kadim duvarlarının dibindeki kadına gözüme takıldı. Kadının yanına doğru yürüdüm…
Bir elma sandığının üstünde oturmaya çalışan, ellili yaşlarının üzerinde bir kadın. Anadolu’da cenazelerde olduğu gibi alnını siyah bir başörtü ile bağlamış, saçlarını yeşil büyükçe elle dokunmuş bir atkıyla üst, üste iki kere örtmüş, uzun saçları imam tahtasına kadar düşmüş, ayakkabılarının birinin yanı yırtılmış, beyaz çorabı dışarıya çıkmış. Biraz daha yaklaştım. Yüzünün elmacık kemikleri çehresine narin bir güzellik katmış, ince vücut hatları ve o ela gözleri insanın içini sızlatan cinsten. Önünde büyükçe bir tel sandık. Sandığın üzerini mavi masa örtüsü ile örtmüş ve içinde dört tane güvercin. Beni görünce hafiften toparlanıp ayağa kalktı. Boyu bir yetmişin üzerinde, ayazdan ellerinin kanı çekilmiş, pembeden bir ton koyu. Yüzünün sağ tarafı çizilmiş, hangi feryadın acısıdır bu ya rab değip, içimden kötü bir şey olmasın diye dua ediyorum. Günaydın kolay gelsin dedim. Yüzüme birkaç saniye baktıktan sonra cılız bir sesle. Ne günaydını günler bizim için ne zaman aydın olduk ki dedi. Ayaklarımın bağı çözülüverdi. İçimden bu Pazar sabahı da karşımdaki manzara yine kesecek jiletle yüreğimin her bir zerresini diyorum.
Kahvaltı yaptın mı diye sorup, sokuldum biraz daha yanına. Yok dedi. Oğlumun güvercinlerini getirdim satıp gideceğim ama bu havada kim gelip kuş alır ki dedi. Sözü değiştirmekten başka çarem kalmadı. Bende açım dedim. Birkaç metre ödete çay satan adama seslendim. Adam hemen yanımızda bitti. İki çay ve iki tane simit alıp uzattım birer tanesini kadına. Başladık kaçamak bakışlarla birbirimize bakmaya. Kadın bir yandan çayı içip, simidi yerken bir yandan da tezgah açan insanları izliyordu. Çaylarımız bitti. Kadın başını kaldırıp sordu. Pek satıcıya benzemiyorsun ne işin var burada. Evet haklısın ben birkaç güvercin almaya geldim dedim. Kadın heyecanlandı. Tam kuşları bana gösterecekti ki ben başladım soru sormaya. Bu güvercinler oğlunun dedin, ne cins bunlar, peçeli mi, erkek mi, dişi mi. 
Kadın hiç sorma. Bu kuşlar Mardin kuşu, peçeli, benekli kuşlar. Bunlar oğlumun kuşlarıydı. Oğlum yok artık. Bende evi topladım elimde kala, kala bu dört tane, bir çift erkek, bir çift dişi kuş kaldı. Bunları da satabilirsem, bu akşam bilet alıp Mardin’e döneceğim dedi. Bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Kadının söyledikleri, sabahın ayazında yüzüme vuran soğuktan daha etkiliydi. Cesaret edemedim, oğlunu soramadım. İnsanın bu anlarında çekilecek bir köşesi olması lazım. Sessizce oturup yıllarca kıpırdamamalı öğlece durabilirdim bit pazarının asırlık köhne ıslak duvarlarının dibinde. Şimşekten korkan çocuklar gibi yorganı başıma çekip kendimce bir türkü söylemek. Birkaç dakikalık suskunluktan sonra, o soruyu sormanın vakti geldi diye düşündüm. 
Oğlunuz nerede?  
Güvercin satıcısı kadın yalnızca yüzüme baktı. Yüzü beyazdan, pembeye doğru bir renk aldı. Gözlerinin altındaki morluklara kirpiklerinden damlalar döküldü. Dudakları titredi ellerini birbirleriyle buluşturup, yüzüne götürdü gözyaşlarını sildi. Oğlum hastaydı genç yaşında beni bırakıp gitti öldü…
Birkaç güvercin. Oğlundan kalan son hatıraları satmaya getiren bir annenin yüreğindeki boşluğu ne doldurabilir. Genç bir insanın ölümünün verdiği acılı kim dindirebilir. Sessizliği karşıdan gelen bir adam bozdu. Selam verdikten sonra, direkt kuşları görmek için sandığın üstündeki mavi örtüyü çekmeye çalıştı. İstem dışı bir hareketle kuşlar satılık değil, ben aldım dedim. Adam, sinirlenip söylene, söylene uzaklaştı. 
Döndüm, güvercin satıcısı kadına; Ben bunları alıyorum, arkadaşımın oğluna götüreceğim dedim. 
Kadın; Bu kuşlar pahalı, Mardin kuşlarıdır diye sana söyledim, öyle ben aldım demekle alamazsın.  
Sorun değil, anacağım sen ne kadar para istiyorsan ben vereceğim dedim. 
Kuşlara yirmi bin lira para istedi. O kadar para yanımda olmadığını ama vereceğimi söyledim. Kadın başını sallayarak onayladı…
Kuşların olduğu sandığı alıp kucakladım. Kadınla birlikte, bitpazarından çıktık. Güvercinleri, arabanın arka koltuğuna koyup, kadınla birlikte sur içinden Fındıkzade’de bulanan bankamatiklerin önüne kadar geldik. Ben bankamatikten paraları çekip arabaya geldim. Kadının istediği parayı verdim. Kadın; Beni evime götürebilir misin dedi. Tarif ettiği yöne doğru yola çıktık. Yolda evindeki iki bavulu alıp otogara gideceğini söyledi. Evinin olduğu sokağa oradan da eski bir apartmanın önünde durduk. Beş dakika sonra iki büyük bavulla geldi arabanın arka koltuğuna bavulları zor bela yerleştirip otogara doğru yola çıktık. Otogara geldik. Mardin Seyahat yazıhanesinden kadına bir bilet aldım. Bavullarını otobüsün altındaki son kalan birkaç boşluğa yerleştirip kadınla helalleştik. Ben arkamı dönüp birkaç adım atmıştım ki, kadın arkamdan seslendi dur hele…
Kuşları neden aldın? Arkadaşımın oğluna aldım dedim. Arkadaşımın da, Mardinliydi. Şehit düştü. Oğluna cenaze töreninde söz vermiştim ona kuş alacağımı ama alamamıştım. Senin kuşlar nasip oldu şimdi. Yani sen rahat ol, oğlunun kuşları yine hem şehirlisinin oğlunda güvende olacak. Bende yardım edeceğim, kuşları uzun süre yaşatıp, büyüteceğiz. Belki de, kuşların yavrularını yapar, çoğaltırız dedim…
Kadın derin bir oh çekti. Yanıma geldi sarıldık birbirimize. O otobüse bindi ben otogardan ayrıldım.
Yarım saat sonra arkadaşımın evinin önündeydim. Oğluna güvercinleri teslim ettim. Büyük bir yükü indirmiştim sırtımdan.  
Bir anne oğlundan kalan son hatırayı da satıp, yol parası edip memleketine gidiyordu bu şehirden…
Canım arkadaşımın ailesi kalıyordu tek başına bu şehirde…
Ve kara gözlü oğlu dalgalansın bayrak diye şehit düşen babasının mezarı vardı artık bu şehirde…
Rahat uyu, can arkadaşımın rahat uyu…

Senin getiremediğin Mardin kuşlarını, ben alıp kara gözlü yiğit oğluna getirdim... 
Gittiğin cennetten kalk bak oğluna
Uçuruyor kuşları evinin bahçesinde
Her birine ayrı isim koydu kuşlarına
Kimine Fırat, kimine Mardin, kimine Vuslat
Gittiğin cennetten kalk bak oğluna
Uçuruyor kuşları evinin bahçesinde
Bakınca gökyüzüne kanat çırpan kuşlara
Babam cennetin kuşlarını gönderdi Murat amcamla…