Beni Kovma Yüreğinden
Beni kovma yüreğinden. Yağmur boşalıyor bütün heybetiyle şehrin her bir köşesine. Camlardan, kaldırımlardan, çatıların oluklarından akan yaz yağmurunun sıcaklığına karışıyor her şey. Biraz önce evinin balkonunda oturan ömrümü ziyan ettiğim umarsızlık kraliçesi, yağmur başlayınca silkinip birden ayağa kalkıyor. Ayağa kalkınca ben her zaman ki, evinin karşısındaki parkta oturup ona baktığımı görüyor. Birkaç dakika arenada ölecek olan savaşçılara bakan imparatorluğun kraliçesi edasıyla, uzun saçlarına dokunup geriye atıyor. Sonra odaya girip, beyazdan sarıya dönen ince tül perdesini kapatıyor. Yağmur şiddetini artırdığını ve üzerimdeki mavi gömleğin sırılsıklam olduğunu bile hissetmedim…
Biraz daha bekledikten sonra, yağmurun şiddeti benim bir yerlere sığınmam gerektiğini hatırlattı. Oysa kaçacak bir yerimde yoktu. Nereye kaçsam, yağmur zaten ıslatacaktı. Adımlarımı hızlandırıp iki sokak sonra ana caddeye çıktım. Yolun karşısındaki otobüs durağına attım kendimi. Kim ne yapmış bu gökyüzüne ki, ağlaması dinmiyor. Oh ne güzel ya, sen beş dakika balkonda görmek için iki otobüs, bir minibüs değiştirip gel buralara. O yağmurun kaldırımlara vurduğu sesten sıkılıp içeri girsin…
Beni kovma yüreğinden. Koyu gri bir öfke haline bürünüp her zaman ki gibi çaresizlikle evin yolunu tutuyorum gelen ilk otobüsle. Siz hiç sizi bu kadar özleyen biri ağlarken rahatça uyuyup ve sabah dinlenmiş bir şekilde kalktınız mı? Hiçbir şey yok muş gibi, bir sonraki karşılaşmanızda, var olanları ya da var olmasını istediklerinizin bu kadar değersizleştirildiğini gördünüz mü? Yüreğine dünyayı sığdıranların bir sandalyenin kaplayacağını kadar yer isteyip te ve ona müsaade edilmemesinin sahipsizliğidir bütün bu yazdıklarım…
Vaktimi, şehrin mabetlerinde onunla olacağım bir hayatın dualarını okumakla geçirdim. Ne yaparsan yap ne dilersen dile olmuyor işte. Tatlı su ile tuzlu suyun birbirine kavuşmaması gibi bir durum işte. Bir türlü gösteremez insan sevdiğini, onun anlamasını bekler durur vakitli vakitsiz zamanlarda işte. Ama benim sana olan bakışım, sevişim, özleyişim farklı. Ben güneşin gülümsemesini üzerime alıp, kendimce mutlu olup avunanlardandım…
Kovma beni yüreğinden. Günlerden cumartesi. Öğleden sonra işten çıkınca, İstinye’ye gideceğim. Bu arada söz verdi sahilde bulaşacağız hadi hayırlısı. İstanbul’un bahar ve sonbaharları benim için başka bir güzelliktedir. Baharda toprağın hareketliliği içimi ısıtıyor, beni bir kez daha ona aşık ediyor ve her sonbahar gelince düşüyorum sahilin kadim ağaçlarının yapraklarıyla yerlere. İstinye sahilinin güzelliği ve benim heyecanım göklerde. Onu beklerken, aklıma topal balıkçı ile aç martının hikayesi geliyor…
Aç martı topal balıkçıya askıntı olur. Kovasından bir balık çalmanın peşindedir. Yavaşça yaklaşır topal balıkçının yanına. Topal balıkçı hissediyor, ama ayağa kalk, martıyı kov, bir gözün oltada olsun, bir gözün aç martıda. Yorulmuştur uzun süredir bir olta peşinde koşmaktan, bir balık peşinde… Saatlerdir mavi denize bakıp, birkaç istavrit daha tutup kalkacaktır. Ama aç martı da o kovadan nasiplenecektir. Derken martı son bir kez daha, usulca sokulur topal balıkçının kovasına. Bu kez balıkçı hiç ses etmez. Martı çıkar kovanın tepesine bakar balıkçıya. Balıkçının ses etmediğini görünce, uzatır gagasını alır bir istavrit, mideye indirir. Tam gökyüzüne kanat çırpacaktır. Dönüp bakar topal balıkçı yine bir şey yapmaz. Martı o zaman istifade edeyim der. Bir iki derken, kovadaki istavritlerin yarısını indirir mideye. Sonra tekrar uzun, uzun bakar topal balıkçıya. Haline acır gibi gaklar ve büyük bir keyifle uçar gider. Topal balıkçı da arkasından bakar uzun uzun. O yorulmuştur herkesten ve her şeyden. Altı, üstü istavrit der tatsız, tuzsuz. Nasiplendi aç martı değip avutur kendini…
Şimdi kendi halimi de topal balıkçı ve aç martının hikayesine benzetiyorum…
Yine gelecek usulce, gamzeli yanaklarını buruştura, buruştura oturacak yanıma. Aç martı gibi, yiyip bitirecek beni. Her sözü, aç martının gagası gibi keskin ve acı. Ve ben topal balıkçı gibi, bakacağım ardından umutsuzca…
Aradan yarım saat geçtikten sonra, karşı kaldırımdan göründü su yeşili gözlü kuğum. Üzerinde açık mavi bir elbise, dizlerinin altına kadar inmiş eteği, sarı ince bir kemer belinde. Saçları her zamanki gibi dalgalı ve açık, yüzünde pembemsi allık, gözlerinde mavimsi bir sürme, ayağında sandalet terlik ve elinde küçük deri bir cüzdan. Yine nefesim daralıyor, sanki o anı durdurmak istiyorum. Tutkumun bir hiçlik halini alması uzun sürmüyor. Belli ki, yine nöbetçi eczane tarzında işin görünsün bizde ilaç var kafası. Olsun senin o güzel gamzeli yüzünü görmekte yeter bana. Bu kadar mı kovulur bir insan, bir bedenden. Bu kadar mı kovulur bir seven, kahrolası bir yürekten…
Merhaba değip, bir adım geri çekiliyor. Bu neyin cüzzamıdır ey yar diyesim geliyor, susuyorum. Cüzzamlı olsan bu muamele yapılmaz. Havanın sıcaklığı yerini şubatın ayazına bırakıyor içimde. Birkaç metre uzakta, küçük kahveci sandalyeleri olan çay bahçesine doğru yürüyoruz. Oturuyoruz iki küçük sandalyeye. Havadan, sudan, tatsız, yürek burkan çaresizce sohbetler işte. O güzel vücudunu saran elbisesine bakıyorum. Sade bir elbise ancak bu kadar yakışır diye sesleniyorum. Yok ya, üzerime bir şeyler geçirip çıktım diyor. Birkaç saniye de olsa bakıyorum güzel gözlerine. Garson tepemizde bitiyor. Her zaman ki gibi, sade kahve istiyor bende şekersiz çay. Birkaç dakika sonra sade kahve, şekersiz çay geliyor. Tatsız sohbet, hicran yarası bakışlarımızın üzerine tatsız içecekler tam tuz, biber oluyor…
Beni kovma yüreğinden. On dakika sonra, kalkmam lazım evden beklerler diyor. Kim bekliyor seni evde diyorum. Annem diyor. Ben altı haftadır senin buraya gelmeni bekliyorum, varsın beklesin annen diyorum. Dedim ya, nöbetçi eczane mübarek. İlacımı verdi ya, yeter der gibi bakıyor. Dün geceden beri heyecandan uyuyamadığım yorgun gözlerime. Ruhumun derinliklerinden gelen acıyı hissettiriyor kör olasıca. Sonra kalkıyor, kolay gelsin değip bana acır bir halde her zaman ki gibi kısrağın yelesini savurduğu uzun saçlarını arkasına atıp gidiyor. Sende haklısın sarım, güzel gözlüm. Bu dertle ancak bana kolay gelsin. Karşı caddeye geçene kadar, bakıyorum arkasından. Sokağın içine girmeden duraksıyor. Başını çevirip, bana doğru bakıyor. Sonra gözümden kayboluyor. Gözümden kayboldun ama gönlümde kaybolmadın bir türlü…
Cebimden çıkarttığım birkaç lira bozuk parayı yarım içtiği kahve fincanının yanına bırakıp, bende yürümeye başlıyorum. Yüreğimde koptu kopacak fırtına. Gözlerim doluyor, akmasın diye derin, derin nefes alıyorum. Biraz yürüdükten sonra, kör bir adam elinde teli eksik bir saz çalıyor. Yanında on yaşlarında bir kız çocuğu. Bir ayağı kırık altına kaldırım taşı ile destek vermiş demir sehpanın üzerinde kağıt mendiller satıyor. Saçlarını ikiye ayırıp, telaşla örülmüş bir halde görünüyor. Ayağında yıpranmaktan rengi solmuş naylon bir terlik. Küçük kızın gözlerinin feri gitmiş, kanı çekilmiş gibi gelip geçenlere bakıyor. Belli ki, çok bitkin durumda sesi bir çıkmıyor. Ancak biri geçince, elindeki mendilleri uzatmakla yetiniyor. Kızın yüzündeki ifade, mani olmaya çalıştığım gözyaşlarımı getiriyor. Ve adam aşağıdaki türküyü söylüyor…
Ah sarım, ah gamze yanaklım, ah su yeşili gözlüm yine gelip, vurdun anlımın ortasından. Düşmanlarım şehrime gelmeye bile korktukları bu yiğit yaşımda, tek bakışınla yine vurdun anlımın ortasından…
Ve bir türlü davet etmedin o taştan yüreğinin içine...
Hep beni kovdun yüreğinden. Saz çalan adamın üç dört adım ötesindeki kaldırıma oturup, söylediği türküyü dinliyor ve bir yandan da çaresizliğime ağlıyorum…
…
Evlerine vara gele usandım yar, yar usandım
Elkızını ben kendime yar sandım yar, yar sandım
Yüreğime hançerde vurdu, gül sandım yar, yar gül sandım
Yüreğime hançerde soktu, gül sandım yar, yar gül sandım…