Ayıplar bir, bir asılırmış askıya

Yaşım sekiz, belki de dokuz. Kalabalık bir ailede büyümenin getirmiş olduğu koşuşturmalarla geçen günler. Okuldan geldikten sonra, akşam yemeğine kadar bazen salonun bir köşesinde, bazen de misafir odasının gül ağacından yapılan kocaman masasında ders çalışmalar. Büyük misafir odasının ciddiyetinin bende yarattığı gariplik. Devasa ceviz oymalı koltukları, kocaman vitrinleri ve içinde bayramdan, bayrama veya bir misafir geldiğinde kullanılmak üzere, çıkartılan özel yemek tabakları, gümüş kaşık takımları. Porselen biblolar, kristal bardaklar, duvarlarda yağlı boya tablolar, salonun neredeyse her tarafını kaplayan iki büyük kırmızı el dokuma Kars halısı…

Yine okuldan geldiğim bir öğlen vakti mutfakta bir şeyler atıştırdıktan sonra, salona geçtim. Oturma odasında kömür sobası yanıyor. Canım annem sobanın üzerine birkaç kestane koymuş çeviriyor aheste, aheste. Kitapları, defterleri alıp salondaki masanın üstünde ödevlerimi yapmaya başladım. Birkaç dakika sonra enfes kestane kokuları eşliğinde önüme koyulan bir bardak çay ve sıcak kestane dolu bir tabak. Ellerim yana yana kestaneleri açıp yemeye başlıyorum. Arada sırada dersten başımı kaldırıp, yanan sobanın kor ateşine gözüm takılıyor. Hayal ediyorum yarını, hayal ediyorum bir sonraki ayı, bir sonraki yılı, bir sonraki asrı…

Her gün en az dört saat ders çalışmadan ne mümkün oyun, televizyon, haylazlık. Derslerim bittiğinde saat akşamın beşine geliyordu. Kitap ve defterlerimi tekrar kucaklayıp gerisin geriye odamdaki kitaplığa koyup, bir sonraki günün kitap ve defterlerini özenle çantaya yerleştirdim.  Akşam erken düşerdi bizim oralara, hava kararmaya erkenden başlardı. Hep şunu düşünürdüm.  Unutulmuş yerlere mi erkenden gelirdi karanlık, karanlık yerler hep mi unutulurdu. Unutulmuş bu coğrafyanın kara yağız çocuklarıydık. Ayaz yemiş yüzümüzün, garip kalmış bakışımızın ve kimsesizlik sarmış gökyüzünün kenar köşelerde kalmış insanlarıydık…

Akşam yemeğine ve babamın eve gelmesine daha iki saat gibi zaman vardı. Benim için bu iki saat evimizin en özel odasına bir şekilde girip, kendi dünyamda gizliden gizliye hayaller kurmamdı. Büyük misafir odası benim için bir keyif alanıydı. Vitrinin orta tarafındaki camlı bölmede, hemen televizyonun sağ tarafında duran ahşap kutuların içindeki babamın tespihleri. O tespihlerden birkaç tanesi yine evimin nadide köşesindeler. Eflatun renkli kadife kaplı lavanta keselerinin eksik olmadığı ahşap tespih kutularında sıra, sıra dizilmiş kehribar tespihleri. Odaya sessizce girip camlı bölmeyi açılıyorum. Kimselerin duymaması lazım yoksa eyvah, eyvah. Gül ağacından yapılan kutuyu alıp büyük ahşap masasın üzerine koyuyorum. Kırmızı ateş kehribar tespihlerden birini çıkartıp, heyecan içinde elime alıyorum. Birkaç dakika elimde tuttuktan sonra, babamın her zaman oturduğu odanın köşesindeki koltuğa oturuyorum. Birkaç dakika tespihin taşlarını avucumda tuttuktan sonra, çocuk aklıyla bir sağa, bir sola doğru çekmeye çalışıyorum. Benim için çocukluğumun en önemli hatıraları arasında kalan babamın tespihleri. Ve o tespihleri çekmek, sokakta oynayacağım oyunlardan, izleyeceğim televizyondan çok daha önemliydi…

Yarım saat tespihi çekmişimdir diye düşünüyorum. Misafir odasının büyük ahşap kapısı birden açıldı. Ben o telaşla kehribar tespihi arkama gizleyeyim derken, varaklı koltuğun köşesine takıldı. Beklenen oldu tespih kopup, salonun her bir yerine dağıldı. Dağılmak ne kelime sanki uçaktan atılmış kağıtlar gibi, onlarca km alana dağıldı bütün taneleri. İçeri giren annemdi. Ne yaptın sen demeden, ben soluğu çoktan koltuğun arkasında almıştım. Başladık kopan tespihin dağılan tanelerini toplamaya. Sanki otuz üç taş ve altın imamesi dağılıp, odanın her bir köşesine adeta saklandılar. Ara, ara bulamıyoruz. Annemde telaş, bende korku sormayın gitsin…

Dakikalarca tespih tanesi aramaktan bitap düştük. Neyse ki topladık taşları ve imamesini. Annem vitrinin altındaki dikiş kutusunu hızlıca getirip içinden özel tespih iplerini çıkarttı, büyük iğnesine ipi geçirip yeşil koltuğa oturdu. Başladı tespihleri ipe dizmeye. Bir yandan kırmızı kehribarın tanelerini ipe dizerken bir taraftan da ne zaman bu odaya girsen rahat durmuyorsun diye diye kendi kendine söylendi. Ela gözlerine bakıyorum ve çocuk aklımla ben ne yaptım diyorum. Tespih babamın, senin eşyalarına zarar vermedim ki değip kendimi temize çıkartmanın yollarını arıyorum. Bir yandan da şimdi babam akşam kahvesini yudumlarken bu tespihi eline alırsa, kalbim pır, pır ediyor…

Annem, tespih tanelerini birer birer ipe dizdi sonra altın imamesini zorda olsa geçirdi. Bitti diye sevindim ama öyle değilmiş. Annem tespihi kaldırıp baktı. Otuz iki tane bu tespih, bir tanesi kayıp demez mi! Allah, Allah her yere baktık, nerede bu bir tane tespih tanesi. Kuş olup uçtu sanki bir tane tespih tanesi. Yapacak bir şey yok dercesine, annem yüzünü bana dönüp, tespih kutusuna koy işareti yaptı…

Masanın üzerindeki tespih kutusuna, kehribar tespihi koyup olay yerini terk ettik. Oturma odasında suç işlemiş haylaz çocuklar gibi oturuyorum. Yarım saatten az bir zaman geçti ve akşam yemeği için sofra kuruldu. Derken babam bahçenin dış kapısında göründü. Selam, kelam, hoş beş sohbet derken, sofraya oturduk. Kalabalık bir ailenin büyük masasındaki keyifli akşam yemeklerinden biri daha geride kaldı. Babam her zamanki gibi misafir odasına geçmek için kaktı.  Yorgun olmadığı zamanlarda koltuğuna geçip biraz kitap okuyup, sonra canı istediği tespihlerden bir tanesini alırdı eline. Bir yandan ağır ağır çekip bir yandan da bahçedeki ağaçlara, çiçeklere bakması dün gibi hatıralarımda. Annem, bu akşam salonda oturalım dese de babam çoktan geçmişti misafir odasına…

Sofra toplandı, bulaşıklar yıkandı. Kahvesini birazdan bekler dedi ablam, mutfağın yolunu tuttu. Babamın kahvesiyle misafir odasına giren ablamın girmesi ile çıkması bir oldu. Babam sizi çağırıyor dedi. Küçük bedenimi oturduğum koltuğa neredeyse sakladım. Ama ne fayda, usul, usul odaya doğru yürüdüm. Peşimden annem geldi. Babamın elinde benim bugün kopartıp, annemin ipe dizdiği kırmızı kehribar tespihi vardı. Bir tespihe baktı, bir bize baktı. Annemle, ben babamın tam karşısındaydık. Ne oldu bu tespihe dedi. Ben can havliyle öne atıldım. Ben almadım tespihi bir şey olmadı dedim. Babam sakın bir ses tonuyla tekrar sordu. Ne oldu bu tespihe diye tekrarlayıp tespihi havaya kaldırdı. Eksik olan bir şey var gibi. Annem, bilmiyorum der gibi omzunu çekmez mi!. 

Babam, durur mu? Ev halkının tamamını misafir odasına çağırdı. Kızlı erkekli evde kim varsa tam anlamıyla karşısına dizildik…

Bu tespihe ne oldu diye üçüncü kez sordu. Ses tonundaki o tını, benim sucumu kabul etmemi bile engeller cinstendi. 

Kimseden çıt çıkmadı…

Bu soru sorma ve cevap alamama seansı üç, dört dakika daha sürdü. Babam sessizce oturduğu koltuğundan ayağa kalktı. Büyük vitrinin sağındaki duvarda asılı kalın çerçeveli yağlı boya beyaz at tablosunu çıkartıp, yemek masanın üzerine koydu. Gerisin geriye tekrar tabloyu çıkarttığı yere gidip, bileğinden çıkarttığı kırmızı kehribar tespihi duvardaki tablonun çivisine astı. Sonra odanın ortasına geldi. Başını öne eğip bir kırmızı halının motiflerine birde annemin ela gözlerine baktı. Bu bakışma birkaç dakika daha devam etti. Anneme dönüp ben yatmaya gidiyorum dedi…

Çocuk aklımla Allah, Allah ne ola ki bu dedim içimden. Herkesin özellikle annemin yüzü düştü. Ela gözlerinden yaşlar önce yüzüne sonra da teker teker kırmızı halıya düştü. Herkes yüzünü bana dönmüş, parçalarcasına bana bakıyordu. Annem, hadi boş boş durmayın, yakın ışıkların tamamını, tespihin kaybolan tanesini arayalım. Kardeşiniz öğlen düşürüp dağıttı tespihi, ama bulamadık bir tanesini. Hadi arayıp bulalım, koltuğun altına iyice bakın dedi. Kim buldu bilmiyorum, ama gerçekten koltuğun minderinin arasından tam alta düşmüştü bir tespih tanesi. Kayıp tespih tanesi bulundu. Annem tekrar duvara asılı olan tespihi aldı. Önce imamesini sonra tespihi iplerinden ayırdı. Tekrar baştan tespihi ipe dizip imamesini bağladı. Sonra kutusuna koydu. Ben o akşam babamın neden tabloyu yerinden indirip, çivisine tespihi astığını düşünüp durdum… 

Annem misafir odasının ışıklarını söndürmeye gittiğinde oda da yalnızca ikimiz kalmıştık. Babamın tespihi neden çiviye astığını anneme sorsam da cevabını alamadım. Ertesi sabah okula gittim. Aklımda hala duvara asılan tespih vardı. Okulda paydos zilinin çalmasını dört gözle bekledim. Paydos ziliyle birlikte koşarak evin yolunu tuttum. Eve geldim yemek yedikten sonra derslerimi çalışmaya koyuldum. Bir yandan ödevlerimi yaparken, bir yandan da dün akşam ki olaya kafa yormaya başladım. Derken akşam oldu babam eve geldi. Yemeğe geçmeden, yanına gittim ve tespihi benim koparttığımı söyleyip özür dileyip elini öptüm. Kendisine tespihini neden duvar astığını sordum. Yemekten sonra misafir odasına geçelim sana anlatacağım dedi…

Yemekler yendi, ben ufaktan, ufaktan salona geçme hamlesi yapıyordum ki, babam arkamdan yakalayıp kucakladı beni. Birlikte kucağında solana geçtik. Her zamanki gibi, koltuğuna oturdu beni kucağından indirdi. Tespihin hikayesini dinlemek için dizlerinin dibine usulca oturdum. 

Başladı anlatmaya.

Oğlum akşam yaptığım bir gelenektir dedi.  Ne geleneğiymiş baba demeden başladı anlatmaya. Ben dün akşam evdekilere dedim ki, yapmış olduğunuz ne ise birbirimizden saklamadan usulca anlatmamız lazım. Ama onlar anlatmadılar. Bende bu yüzden hatanızı duvara asıyorum. Arkamdan çevirdiğiniz bu işin ayıbı da duvara asılı kalsın. Ayıplarını anlayanlar gider o duvardan alır. Baktıkça yaptıklarından ders çıkartsınlar diye…

Çocuk aklımda babamın dizlerinin dibinde donup kalmıştım. Ne arkadan iş çevirmesi ne ayıp ne günahı anlamamıştım doğrusu. Sonra babam her zamanki sıcak tebessümü ile başladı tekrar konuşmaya.

Oğlum sen bu söylediklerimi şimdi anlamazsın, ama büyüdüğünde senle tekrar bunu konuşuruz demişti.  Yani konu ne olursa olsun ne yapılırsa yapılsın, suç, günah, ne ise bunu karşındakine açık bir şekilde söyleyip hatandan dolayı özür dileyeceksin. Saklayarak, gizleyerek hiçbir yere varılamayacağını o yaşta anlamıştım. Aradan yıllar geçti her sohbetimizde bunu anlatıp durdu….

Ayıplar bir, bir asılırmış askıya. Ayıpların askıya bir, bir asılmaması için günümüzde şeffaflık, dürüstlük, ahlak, erdem gereklidir her insana. Bir tespih tanesinin hesabını vermeye gücümüz yoksa, bunca işlenen hataların hesabını nasıl vereceğiz diye düşünmeli insan…

Şimdi bakıyoruz, Dünya’yı esir almış küstahlık, nobranlık, haksızlık, hukuksuzluk, ahlaksızlık. Zindanlara hapsedilmiş insanlık. Yusuf’un kuyularına atılmış iyiler. Nemrut’un zulmünü savunur hale gelmiş sefiller. Bebeklerin üzerine bombalar yağarken zebaniler ile bir olup oh etmiş bütün zalimler…

Pişkinlik arşa dayanmış…

Yaptıkları reva görünmüş…

Ve şimdi bunların ayıplarını çıkartıp birer, birer assak duvarlara.

Yetmez dünyanın duvarlarındaki çiviler bunların ayıplarını asmaya…

“Vicdan Allah’ın yüreğimize fısıldadığı seslerdir. Vicdansızların sağırlığını varın siz düşünün.”